dünkü bu vakit

Evet tam da öyle dünkü bu vakit… Zaman su gibi akıp gidiyor, daha dün çocuksu sevdalarla, sokak aralarında koşturup, acıktığımı bile fark etmeden oyun oynarken, bir anda her şeyi ardımda bırakıp, zaman tünelinden geçmişim gibi 2008’in Ağustos ayında buluverdim kendimi… Şimdi o günleri arıyorum, birkaç saniye de olsa… Ömrüm olursa, otuz sene sonra bu günleri de arayacağım, hiç kuşkusuz... :)

etiketler

...

koş koş bitmiyor ...

koş koş bitmiyor ...
yumurtalamayan tavuğu keserler, hayalleri olsa bile ...

arşiv

hürriyet haber

meltem hastanesi

Adamın biri sinemaya gider. Tam sinemada film başlarken önüne saçını kazıtmış biri oturur ve sinemanın ışıkları bu saçını kazıtmış adamin kafasına vurur... Arkasındaki adam bir türlü filmi izleyemez. Adam içinden "Şunun ensesine bir tane yapıştırayım" der sonra "Oğlum adam iri yarı...Ellese bile beni parçalar" diyip vazgeçerken yanına Temel oturur..

Adam Temel'e dönup "Şu kafasını kazıtmış adamın ensesine bir tane vur sana 5 milyon verecem" der.Temel de dayanamaz adamın ensesine bir tane yapıştırır ve devam eder "Ulan Hasan sen burada mıydın" der. Adam dönüp ; "Ne Hasanı kardeşim" der Temel de "Pardon kardeşim karıştırdım" der ve adam önüne dönünce 5 milyonunu alır.

Adam dayanamaz ve Temel'e dönüp "Kardeş bir tane daha yapıştır sana 10 milyon verecem" der.Temel bir tane daha adamın ensesine vurur ve ilave eder "Hasan sensin be yeme beni" Adam dönüp "Hasan değilim kardeşim be " diyip ön koltuklardan birine oturur.

Temel'in yanındaki adam artık filmi bırakıp bu kafasını kazıtan adamı aramaya başlar ve bulur hemen Temel'e dönüp "Bak kardeşim işte oraya oturmuş. Git ensesine bir tane daha vur sana cebimdeki tüm parayı verecem" der. Temel hemen kafasını kazıtmıs adamın arkasına geçip ensesine bir tane yapıştırıp "Ulan Hasan burda mıydın, ben de yarım saattir arkadaki adamı sen sanıp ensesine vuruyorum"

George Bush bir ilkokulu ziyarete gider. Sınıfın birinde yaptığı konuşmadan sonra çocuklara soru sorabilmeleri için imkan tanır.

Parmak kaldıran Bob der ki "Sayın başkan 3 sorum var "

1-Niçin Amerika BM'nin onayı olmadan Irak'a girdi?
2-Siz rakibiniz Kerry'den daha az oy aldığınız halde nasıl oldu da başkan seçildiniz?
3-Afganistan'a asker gönderdiniz Usame bin Ladin'e ne oldu?

Küçük Bob'un sordugu sorular biter bitmez teneffüs zili çalar, Bush "Teneffüsten sonra devam ederiz" der hep birlikte teneffüse çıkılır. Sınıfa geri dönüldükten sonra Bush "Nerde kalmıştık? Evet..sorular kısmında kalmıştık.. devam edelim" der.

Sınıftaki başka bir öğrenci parmak kaldırır. Bush sorar:
"Adın ne bakalım ufaklık?"
"Steve" "Senin sorun ne bakalım Steve?"

Benim 5 sorum var sayın başkan:

1-Niçin Amerika BM'nin onayı olmadan Irak'a girdi?
2-Siz rakibiniz Kerry'den daha az oy aldığınız halde nasıl oldu da başkan seçildiniz?
3-Afganistan'a asker gönderdiniz Usame bin Ladin'e ne oldu?
4-Teneffüs zili niçin 20 dakika erken çaldı?
5-Bob nereye kayboldu?"

Mahkemede hakim Temel'e soruyor :
- Kiminle evlisin ?

Temel yanıtlıyor;
- Bizum karıyla hakim bey...

Hakim sinirleniyor;
- E, herhalde, sen hiç erkekle evlenen duydun mu?
- Duydum tabii, nasıl duymadum?
- Kim?!?!?!
-Bizum kari...

Teksaslı üç cerrah golf oynarken yaptıkları başarılı operasyonlardan bahsediyorlarmış.

Birincisi başlamış:

- Teksas'taki en iyi cerrah benim. Hastam olan konser piyanisti bir kazada yedi parmağını kaybetmişti, ben ameliyatla yeniden diktim, sekiz ay sonra İngiltere kraliçesine özel konser verdi.

Diğeri atlamış:

- O da birşey mi? Genç bir adam kazada her iki bacağını ve kolunu kaybetmişti, ben yeniden monte ettim, iki yıl sonra olimpiyatlarda atletizmde altın madalya kazandı.

Üçüncüsü başlamış:

- Beyler, sizler daha amatörsünüz. Birkaç yıl önce kokain ve alkol ile kafayı çekmiş bir kovboy atını saatte 120 km hızla giden trenin üzerine sürmüştü. Kazadan çalışmam için arta kalanlar sadece atın dötü ve kovboyun şapkası idi.

- Eeeee Hocam...Peki şimdi ne oldu ?

- Şimdi kendisi ABD başkanı.

Serçenin bir tanesi bahar günü dalgın dalgın uçuyormuş.Bir anda farketmiş ki, bir yolun üstünde uçuyo ve karşıdan da motorsikletli bir adam geliyor. Her ikisi de çarpışmayı engellemek için ellerinden geleni yapmışlar ama nafile...

Serçe "çotaaank" diye kaska çarpıp düşmüş. Şimdi, motorcu arkadaşımız, Allahı var sıkı bi hayvansever. Doğal olarak hemen atlamış motordan; koşmuş serçenin yanına. Serçe baygın yatıyo.. Kıyamamış, bırakamamış yolda; almış getirmiş eve. Eskiden kalma bi de kafesi var evde.. Baygın serçeyi kafesin içine güzelce yerleştirmiş. Yanına da az biraz su, az biraz ekmek koymuş, vurmuş kafayı yatmış. Bizim serçe bi müddet sonra ayılmaya başlamış. Daha tam seçemiyo ortalığı.Hafif bulanıklık var yani.Bi bakmış parmaklık, ekmek, su falan var bulunduğu yerde. Birden dank etmiş vaziyet:

- Motorcuyu öldürmüşüz beaaa!.

Hiçbir beşerin takat getiremeyeceği kadar büyük, hiçbir insanın veya kalemin ifadelendiremeyeceği kadar ulvi bir gerçek; Rıza.

Kulluğun ufuk gayesi, gayelerin hedeflendiği zirve nokta, insanın en şerefli makamı, uhrevi rütbelerin en anlamlısı, bütün saadetlerin toplandığı haz ve sürur alemi: Rıza alemi.

Büyüklüğün bütün azamet ve ihtişamıyla, heybet ulviyetiyle büyük; hiçbir şeyin kendisi ile mukayese edilemeyeceği kadar, bütün büyüklükleri içine alacak ve fakat onu hiçbir şey ile ihata edemeyecek kadar büyük; Rıza.

Her büyüklüğe bir hudut, her aleme bir sınır olabildiği halde hiçbir hudut tanımayan büyük; Rıza.

Bütün hesapları altüst eden, ulviyet ve esrarına aklın ulaşamadığı gerçek; Rıza.

Akıl; ancak maddi büyüklükler, zahiri makamlar ve rütbeler üzerine yürütebilirken, Rıza makamı bütün heybet ve azametiyle aklın verasında bulunmaktadır. Nasıl ki Hakk’ı zikir, zikri ihtiva etmeyen her şeyden hatta bütün mahlûkattan büyükse, aynen öyle Hakk’ın rızası her şeyden, bütün mahlûkattan ve içindekilerden büyüktür. Cenab-ı Hak, akla hayale gelmeyen ulvi cennet nimetlerini andıktan sonra kendi rızasını bu nimetlerden büyük göstererek rızanın ulviyet ve şerefine işaret ediyor:
Adn cennetinde hoş meskenler; Allah’ın rızası olması en büyük şeydir

(Tevbe: 72).

Kul olarak insanoğlunun en büyük gayesi ve hayatının en saadetli neticesi Hakk’ın rızasını tahsil etmektir. Hakkı’n rızasına talip olanlar, âlemde kendisinden daha büyük olmayan makama ve rütbeye talip olmuşlardır. Gerçekten mü’minin hayatını baştan sona bir disiplin altına alan, varoluşun nükte ve gayesini üzerinde toplayıp hayatın anlam ve tadını ortaya koyan büyük nimet Hakk’ın rızasıdır. Bu kadar muhtevası büyük, anlamı zengin bir ibadet tasavvur edilemez. Her şey Hak adına, Hakk’ın rızası içindir. O halde Hakk’ın rızası her şeyden en büyüktür. İşte ilahi beyan:

Allah’ın rızası en büyük şeydir
(Tevbe: 72).

Bu gerçeğin mefhum-u muhalifini tasavvur edersek deriz ki; Hakk’ın rızası için olmayan her şey boştur, faydasızdır, yok hükmündedir. Hatta vebaldir. Hakk’ın rızası dışında olan şeylere talip olanlar, serabı deniz zannedenler, boşa kürek çekenler hatta abesle iştigal edenlerdir. Böyleleri, hayatlarını boşa heba eden bedbahtlardır.

Allah (c.c) rızasını davet eden bir ana mesele var ki, o da kulun Allah’tan razı olmasıdır. “İyiliğin karşılığı ancak iyilik değil midir?” (Rahman: 60), diye soru şeklinde varit olan Rabbani düstur gereğince kulun Allah’tan razı, Allah-ü Teâlâ’nın kulundan razı olması neticesini doğurur. Yukarıda ayette geçen “İhsan’ın son haddi Allah-ü Teâlâ’nın kulundan razı olmasıdır” şeklinde tefsir edilmiştir. İhsan ihsanı; rıza rızayı davet eder. Rıza konusundaki Rabbani kanun şu ayetle muhkemleşmiştir:
Allah onlardan razıdır, onlar da Allah’tan razıdır
(Beyyine: 8).

Basiret erbabı bütün muttakiler, Allah-ü Teâlâ’nın kendilerinden razı oluşuna delil olarak kendilerinin Allah’tan razı oluşunu göstermişlerdir. Böylece onlar, kendi hallerine bakarak Cenab-ı Hakk’ın üzerlerindeki takdir ettiği nimetin keyfiyetini anlamışlardır.

Kulun Rabb’inden razı olması, her cihetle kulluğu disiplin altına alan ve külli teslimiyeti gerçekleştiren büyük olaydır. Bütün mesele kulun Cenab-ı Hak’tan razı olması noktasında toplanmaktadır.

Kulun Allah’tan razı olmasının alametleri vardır. Bu alametler kendisinde tahakkuk etmeyenlerin iddiaları isabetsiz ve mesnetsizdir.

Kulun Rabb’inden razı olmasının birinci şartı ve alameti, Kur’an sevgisidir. Zaten rızanın sebebi marifet ve muhabbettedir. Kur’an sevgisi ise Hakk’ın kelamına karşı tazim ve muhabbet olduğundan Hak rızasının alameti olmuştur.

Yine kulun Rabb’inden razı olmasının diğer bir şartı da; kulun hayatını Kur’an’a göre tanzim etmesidir. Kur’an’dan uzak bir hayat, şeytanlar vadisinde helake yüz tutmak demektir.

Kulun Allah’tan razı oluşunun diğer bir delili de; ahreti dünyaya, Hak rızasını şahsi menfaatine tercih etmesidir. Bu da ancak gönül hoşluğu ile kalben dünyadan iraz edip ahrete müteveccih bulunmaktadır. Kulun Rabb’inden razı olmasının diğer bir delili de; itikadi tehlikeye düşürecek, küfre kapı açabilecek her türlü zahiri ve bâtıni amellerden uzak kalınmasıdır. Bu meyanda her türlü bid’at ve nifak unsurlarına karşı olunmalıdır.

Kulun Hak’tan razı olmasının diğer bir şartı ise, muhaabbetullahı elde etmektir. Çünkü rıza makamı, muhabbetullahın neticesidir. Muhabbet ise Hakk’ı bilmenin neticesidir.

O halde rıza makamına, ancak külli teslimiyet halinin gerçekleşmesinden sonra ulaşılabilir. Onun için rıza makamı, İslam’ın mana denizi olan tasavvufta nihai gaye olarak yer almıştır.

Rıza makamına ulaşarak dünyaya veda edenlere ahrette lütuf üstüne lütuf kapıları açılacağı muhakkaktır. Bu meyanda bir Hadis-i Şerif’te şöyle buyrulmuştur:
Allah-ü Teala mü’minlere tecelli eder ve ‘Benden ne istiyorsunuz’ diye buyurur. Mü’minler, ‘Rızanı isteriz’ derler
(Bezzar ve Taberani, Enes’ten).

Hak rızasını tahsil etmenin önemli bir şartı hatta mühim bir alameti de Cenab-ı Hakk’ın mahlukat üzerindeki takdirine ve kazasına rıza göstermektir. Şerlere bile Yaratıcısının Hak olması açısından rıza gösterilmesi esas olup, rızanın en zor ve girift tarafı da burasıdır. Fakat şerlerin kullara dönük cihetine rıza gösterilemez.
Rızanın tevhit ile münasebeti vardır. İbadeti katıksız ve riyasız Allah’a tahsis edemeyenler rızadan nasip alamazlar. Rıza bu haliyle sıdk ve ihlâsı da içine almaktadır.

Tevhidi bilen, Allah’a tevekkül eder. Hakkına kanaat eder. Bu haliyle rıza tevekkül ve kanaati de içine almaktadır.

Elhasıl rıza, İslam’ı baştanbaşa külli teslimiyetle yaşamanın ifadesidir. Bu da kulun Allah’tan razı olması, Allah’ın kulundan razı olması şeklinde iki mertebedir. Ebedi saadet, ancak iki mertebe rızasının elde edilmesiyle gerçekleşebilir.


İslam Büyüklerinin Rıza Konusundaki Tarifleri
Rıza, kulluğun zirvesindeki yüksek idealdir. Bu makama eren bahtiyar insanlar, manevi lütuflara mazhar olmuşlar, büyük haz ve sürur tatmışlardır. Herkes kemal derecesine göre bulunduğu hal ve makamın keyfiyetine göre rıza nimetinden neye mazhar ve muvaffak olmuş ise rızayı öyle anlamış ve anladıkları gibi de ifade buyurmuşlardır.

Üstat Ebu Ali ed-Dekak:
“Rıza, senin belayı hissetmemenden ibaret değil. Ancak hüküm ve kazaya itiraz etmemendir” derken, Ebubekir bin Tahir de: “Rıza, kalpte ferah ve sürurdan başka bir şey kalmayacak derecede kerahiyeti kalpten çıkarmak demektir” der.

İbn-ü Hafif:
Rıza, Allah’ın hükümleri ile kalbin sükûnet bulması ve Allah’ın razı olduğunu kalbin muvafakat etmesi onu seçmesidir”, diye rızayı tarif ederken

Ebu Süleyman ed-Darani de:
“Rıza, senin Allah’tan cennet istememen ve ateşten O’na sığınmamandır” diye tarif eder.

Bazı büyüklerin bir kısım tarifleri de şöyledir:

Ebu ed-Demeşki:
“Rıza, her hükümde ürkmeyi kaldırmak demektir”.

Cüneyt:
“Rıza, ihtiyarın kaldırılmasıdır”.

İbn-ü Ata:
“Rıza, kalbin Allah’ın kul ile ezeli seçimine bakmasıdır. Bu, Allah’ın hükmünden küsmeyi terk etmesi demektir”.

Rüveymi:
“Rıza, hükümleri (belaları) sevinç ile karşılamaktır”.

El-Muhasabi:
“Rıza, kalbin, hükümlerin mecrası altında sükûn bulmasıdır”.

En-Nuri:
“Rıza, kalbin kaza ve kaderin acısına sevinmesidir”.

Genelde rıza; hal, amel ve ilim olarak Hak’tan hoşnut olmak, Hakk’ın mahlukat üzerindeki hüküm ve tasarrufuna gönülde hiçbir zorluk hissetmeden itiraz etmemek ve razı olmaktır. Bu sebeple rıza, keyfiyet olarak Allah’ın kulları ve cümle mahlûkat üzerindeki tecellisini ve ef’alini de ihtiva etmektedir. Bu haliyle rızanın, kader, kaza, kanaat, tevekkül ve sabır gibi imanın ana şubeleriyle de yakın münasebeti vardır. Ve rıza, insanın iç âleminin, âlemdeki hüküm ve tasarrufu, kesretteki birliği, tevhidi, muhabbeti, sabrı ve teslimiyeti bağdaştırabilmektir. Bu sebeple rıza zor ulaşılabilen fakat en şerefli makamdır. Ve rıza kulluğun kemal derecesi olan muhabbetin de neticesidir.

Rıza, mahiyet olarak Tevhidin tabii gereği olup, insan fıtratı, âlemde cereyan eden ilahi iradeyle tamamen mutabık ve muvafıktır. Hal böyle iken işin mahiyetine nüfuz edemeyenler: “Âlemde hayır ve şer karışıktır. Hayır ve şer Allah’tandır. Şerre nasıl razı olunur” diyerek rızanın mümkün olmayacağını, ancak sabrın geçerli olacağını zannetmişlerdir.

Halbuki burada bilinmesi gereken şudur:
Şerri yaratmak şer değil, şerri kesbetmek, istemek şerdir”. Âlemde fâil-i hakîkî Allah (cc) olduğundan elbette ki her fiil O’na raci olacaktır. Ancak O’nun şerde rızası yoktur. Hayır ve şerrin Allah’tan olduğunu bilen insan sırları cem etmiş bu âlemin bir imtihan sahnesi olduğunu bilir; her hadisenin altında hikmet arar. Kaldı ki, kullara şer gelen bir şey hayır, hayır zannedilen bir şey şer olabilir. Kul için kaderin hükmüne teslim olmaktan başka çare yoktur.

İnsanın lehine görülmezse de nefse ağır gelen bir olaya insanın rıza gösterebileceği iki cihetle sabittir:

1. Rıza’nın sebebi muhabbet yahut muhabbetin neticesi rıza olduğundan muhabbetin şiddeti belanın sıkletini giderir ve insan belayı duymaz olur. Bu durum, muhabbetin kemalini gerektirir ve bazı mümtaz şahsiyetlere mahsustur.

2. Kulun Allah’ın hükmünü hoş karşılamakla alacağı mükâfatının ecrini düşünür ve böylece musibetler ona ağır gelmez. O, şer gibi görünen bir hadisede kendisi için takdir edilen lütfu ve nimeti, hepsinden öte Rabb’inin rızasını düşünür. Bu halde musibetler ona kolay geldiği gibi üstelik kalbi sızlanmadan razı olur.

Cüneyd-i Bağdadi buyurdu:
Sırriyyüs-Sekati’den sordum: Muhip (seven) bir kimse belanın elemini hisseder mi? ‘Hayır’ dedi. Kılıçla vurulsa da böyle mi? ‘Evet’ dedi. Velev ki, kılıçla yetmiş darbe aynı notaya üst üste vurulsa yine de hissetmez”.

Saad bin Ebi Vakkas, duası makbul bir zattı. Mekke’ye geldiğinde gözleri kapanmıştı. Kör olduğu halde halk etrafına toplanıyor ondan dua istiyorlardı. Abdullah bin Saib, Saad Hazretlerinden sorar:
Ey amca! Sen halk için dua ediyorsun. Eğer kendin için dua edip de Cenab-ı Hak senin gözünü yeniden sana verseydi daha iyi olmaz mıydı?” Bu sual üzerine Hazret tebessüm ederek dedi:
Ey oğul! Benim nezdimde Cenab-ı Hakk’ın kaza ve kader-i ilahisi gözümden daha güzeldir.
Şibli Hz.’leri hapsedildiği hastanede kendisini ziyarete gelen sözde dostlarına taş savurur ve gidenlerin hepsi kaçışmağa başlarlar. Bunun üzerine Şibli arkadan şöyle bağırır: “Neden beni sevdiğinizi iddia ediyordunuz? Eğer doğru olsaydınız benim belamın üzerine sabredecektiniz”.

Hadisler ve büyüklerin ifşaatlarından anlıyoruz ki, rıza, muhabbetin neticesinden lütfedilen âli bir makamdır. Rıza makamına ulaşmak isteyenler mutlaka Hakk’ın mahlukat üzerindeki hüküm ve tasarrufuna sabredip razı olmalıdırlar. Hakk’ın hükmüne itiraz etmek kişinin helakine sebeptir.

Mahşer günü Ümmet-i Muhammed’den kanatlı bir taife cehennemi görmeden uçarak cennete girerler. Melekler bu mükafata hangi hasletle ulaştıklarını sorduklarında onlar: “Biz tek başımıza kaldığımızda O’na karşı gelmekten utanıyorduk. Bizim için taksim buyurduğu az’a razı olurduk” derler. Bunun üzerine melekler: “Siz bu nimete müstahaksınız” derler.

Yine Resul-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurur:
Kim ki Allah katında kendisi için hazırlananı bilmek istiyorsa baksın, Allah için onun yanında ne vardır? Zira müşriklerin dediklerinden yüce ve münezzeh olan Allah, kul onu nefsinin neresine indirirse, o da kulu katında onu oraya indirir”.

Keza Cenab-ı Hak, bir Hadis-i Kutsi’de buyuruyor: “Ben Allah’ım! Benden başka mabud yoktur. Kim ki verdiğim belaya karşı sabretmez, nimetime şükretmez, kazama rıza göstermezse, o, Benden başka bir rab edinsin”.

Hakk’ın hükmüne rıza göstermeyen, gam ve üzüntü içinde kaldığı gibi Hakk’ın gazabını da celbeder. Bu hususta Resul-i Ekrem: “Cenab-ı Hak (c.c) hikmet ve celaliyle, sevgiyi, rıza ve yakinde kılmıştır. Gam ve üzüntüyü ise, şek ve kızmakta kılmıştır”.

Ebu Derda buyuruyor ki:
İmanın zirvesi, hükme karşı sabretmek, kadere rıza göstermektir”.

Sevri, bir gün Rabiatül-Adeviyye’nin yanında şöyle dua etti: “Ey Allah’ım! Bizden razı ol”. Bunun üzerine Rabia Hatun Sevri’ye hitaben: “Sen Allah’tan razı olmadığın halde O’nun rızasını istemekten utanmıyor musun?” deyince Sevri:
Estağfirullah” dedi.

Celal Mısır

Bir gün Kaplumbağanın biri Boğaya sorar:
- Boğalar niçin kırmızı renge kızarlar ?

Boğa cevap verir..
- Aslında kırmızı renge kızmayız. Kırmızı renge kızanlar ineklerdir!.
- O zaman neden kırmızı rengi gösterdiklerinde üzerine hışımla gidiyorsunuz ?

Boğa cevap verir:
- Ulan bu hergeleler var ya bizi inek yerine koyuyorlar ya onun için kızıyorum.

Bakma, dönmez şafak vakti yurttan kaçan o alçak!
Dönmeyip Amerika'da, arlanmaksızın yaşayacak!.
O benim milletimin hırsızıdır, yurdu soyacak,
Hortumladıkları benimdir, milletimindir ancak

Çalma, kurban olayım hepsini ey hırslı çakal!
Gariban halkıma da bir pul bırakacak kadar al!
Olmaz sana götürdüğün paralar sonra helal,
Hakkını vermezsen burdaki ortaklarının behemehal!

Ben ezelden beri aç yaşadım,aç yaşarım!
Hangi hükümet beni kurtaracakmış,şaşarım!
Kurumuş musluk gibiyim, ne akar ne taşarım!
Yırtsam da bir tarafımı, hiç görülmez başarım!

Mali krizler, yoluna örmüşse çelikten bir duvar,
Benim .ceğiz, .cağız diyen bir hükümetim var!
Bağırsın korkma, nasıl işimize burnunu sokar?
'Avrupa Birliği' denen tek dişi kalmış canavar!

Arkadaş, Meclis'e namusuyla çalışanları uğratma sakın!
İşe aldıracakların, olsun hep sana yakın!
Gelecektir, cezanı vereceği günler hakkın,
Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın!

Yaktığın yerleri 'orman' diyerek geçme, tanı!
Çalışanı işten at, doldur kadroya yatanı!
Gözleri açık yatır seni kurtaran atanı,
Satılmadık o kaldı, durma satıver su vatanı

Sermaye mutlu olsun, olsa da çevre feda!
Semizlettin Apo'yu, mezarında dönsün Şüheda!
Uydurma kanunlarla Meclis'ten getirin seda!
On bin Yıllık tarihe, yurdum ederken veda!

Cümlenizin bu yurdu yok etmek mi emeli?
Yediğiniz herzelere başka ne demeli!
Oyuverin altını iyice sallansın temeli,
Yurdumun ki, sonunda vatandaş kükremeli!

O zaman durur belki gözümden akan yaşım,
O zaman doğrulur belim, yukarı kalkar başım,
O zaman boşa gitmez yıllar süren uğraşım!
Hesabını verip de gittiğiniz gün kardaşım,

Dalgalanın dolar gibi sizde şimdi ey suçlular!
Olsun artık soyguncuya vurulacak bir yular,
Ebediyen, öyle yok hesapsız bir iktidar!
Hakkıdır 'garip yaşamış vatandaş'ın da gülmek,
Hakkıdır ezilmiş milletimin, aydınlık bir İstikbal!


Cem YILMAZ


Günümüz çağdaş tarihçilerine göre, Osmanlı Devleti'nin yetiştirdiği en önemli tarihçi Evliya Çelebi'dir. Çelebi, sadece gezdiği yerlerin siyasi tarihini yazmamış, bölgenin kültür, edebiyat ve adetlerini de kayıtlarına geçirmiştir. Bu büyük seyyah ve tarihçi, İstanbul'la ilgili anlatılanları da kaydederek günümüze kadar g
elmesini sağlamıştır. Evliya Çelebi'ye göre: İstanbul Bizans'ın elindeyken boğazın kıyısındaki tepenin üzerinde bi kilise vardı. Kilisenin papazı, gizlice müslüman olmuş ve İstanbul'u fethedecek kumandanın Muhammed (Mehmet) isminde birisi olacağını kitaplardan okumuştu. Bu zat, II. Mehmet'in Edirne'de tahta çıktığını duyunca derhal gizlice mektup yazar. Mektubunda: "İstanbul'u fethedecek ve Hz. Peygamberin övgüsüne mazhar olacak kişi sensin. İstanbul'u fethetmek için bu hâkim tepenin üzeriyle, Akdeniz'in girişine iki adet kale yapmalısın. Böylece İstanbul'a yiyecek ve giyecek girişine müsade etmezsin. Bu durum İstanbul'da kıtlık ve pahalılığa yol açar. Bundan sonra azametle Edirne'den deniz gibi askerle bu bizim tarafa teşrif ediniz." demiştir.

Fatih bu mektubu aldıktan sonra av yapmak maksadıyla boğaz kıyısındaki tepelere gelerek Müslüman olmuş bu kimseyle görüştü. Yapılan görüşmede Rumeli Hisarı’nın yapılmasında mutabık kaldılar. Genç padişah, Bizans kralıyla olan dostluklarını artırmak ve kralın güvenini kazanmak amacıyla avladığı hayvanlardan krala hediyeler gönderdi. Fatih, hediyelerle beraber şimdiki Rumeli Hisarı’nın olduğu yerde av köşkü yapmak amacıyla burasını kraldan istedi. Bizans hükümdarı Konstantin, bu teklife sıcak bakmamakla beraber red cevabı da veremedi. Biraz diplomatik bir dil kullanarak biraz da kendi istediği kadar yer veriyormuş izlenimi oluşturmak amacıyla: “Bir sığır derisi kadar çiftlik yaparsa kabulümdür. Ama bir sığır derisinden büyük olursa iznim yoktur, sonra barışa aykırı hareket edilmiş olur” dedi.

Konstantin’in evet ile hayır arasındaki bu sözü Fatih’e tebliğ edildi. Genç hükümdar, akıl ve siyaset denklemini iyi kullanarak elçi önünde bir kule yapmaya başladı. Elçi gittikten sonra ise ne kadar ırgat ve mimar varsa hepsini toplayarak; Külle-i Cedide diye anılan Rumeli Hisarı’nın inşaatının başlamasını emretti. Böylece Fatih, krala verdiği sözü bozmamıştı. Konstantin’in kendisine gönderdiği öküz derisini iyice ge
rdikten, incelterek iplik haline getirerek ipliğin kapladığı alana boğazı kontrol edecek bir hisar yaptırdı.

Kral bu hali işitince:”Barışa aykırı bir kale yapmışlar” diyerek genç hükümdara bir elçi gönderdi. Fatih ise, daha evvel ip gibi kestirdiği sığır derisini Bizans hükümdarına göndererek cevap verdi. “Barışa aykırı bir hareket yok. Biz sığır derisinin yetişebildiği yer kadar bina yaptık” diyerek Hz. Peygamberin övgüsü olan komutan ve daha önceki gönül sultanlarının işaret ettiği kişi olmanın ilk adımını atıyordu.

Genç yaşta devletin yönetimini eline alan sultanın hedefinde Peygamber müjdesi İstanbul’un fethi vardır. Fakat fethin her şeyden evvel kendisine ve hüküm sürdüğü topluluğa layık olması gerekir. Sultan, fetih hareketlerine girmeden evvel kafasını kurcalayan bu sorunun cevabını bulmak için sabahın ilk ışıklarıyla ve tebdili kıyafetle Edirne sokaklarında dolaşmaya başlar. Başkentte Türklerin meskûn olduğu dükkânlara uğrar. Dükkânların birinden alış-veriş için bir şeyler ister. Dükkân sahibi, komşusunu kendisine tercih ederek “Ben siftah yaptım. Komşum yapmadı. Onu da komşumdan alın” demek suretiyle dostluğa, vefaya, birlik-beraberlik duygusuna eşi benzeri görünmez örnek verir. Fatih, şahit olduğu bu hal üzerine; “Ben bu insanlarla değil İstanbul’u dünyayı fethederim” diyerek İstanbul’un fethine kesin olarak karar verir. Nitekim İstanbul’da yaşayan Ortodoks Hıristiyanlar da bu fethi arzulamaktadırlar. Kendilerine Katolik Avrupa’dan yardım geleceği bildirilince, “İstanbul’da Latin külahı görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederiz” diyecek kadar bir beklentinin içindedirler.

İstanbul, yalnızca Fatih unvanıyla şöhret bulmuş II. Mehmet tarafından kuşatılmamıştı. II. Mehmet’in babası II. Murat bir kez; büyük dedesi Yıldırım Beyazıt ise iki kez kuşatmıştı. Fakat bu kuşatmaların fetihle sonuçlanması bir tarafa manevi işaretler Fatih unvanlı II. Mehmet’i işaret etmişti. Bu manevi işaretlerden birisi zamanın sultanı II. Murat’la Hacı Bayram Veli arasında geçer. İstanbul’un fethine niyet eden II. Murat, büyük veli Hacı Bayram’la karşılaşmalarında: “Himmet etseniz de şu İstanbul işini bitiriversek” deyiverdi. Hacı Bayram gülümseyerek o sırada yerde oturmakta olan küçük Mehmet’le (Fatih) kapının yanında duran müridi Köse’yi (Akşemsettin) işaret ederek; “Sultanım, fetih şu beşikteki çocuk ile eşikteki Köse’ye nasip olacaktır” dedi. Aksakallı, ilim irfan adamı Hacı Bayram; adeta geleceği okuyor ve fethi Fatih’e müjdeliyordu.

Hz. Peygamberin muştusuna mazhar olmak isteyen II. Murat, alenen yaşadığı bu hadiselere rağmen İstanbul’u kuşattı fakat başarılı olamadı. Bu seferin sonunda kalbi iyice mutmain olan Sultan, işaret edilen oğlunu küçük yaşta tahta geçirerek bu kutlu işaretin bir an evvel gerçekleşmesini istedi. Diğer taraftan da Hacı Bayram’ın tavsiyesi üzerine oğlunu, maddi ve manevi ilimlerle donanmış olan Molla Gürani’ye teslim etti. Molla Gürani’ninki hiç şüphesiz bir geçiş dönemiydi. Bu genç sultanı asıl fethe yetiştirecek olan Hacı Bayram’ın, Köse diye ifade ettiği Akşemsettin olacaktı. Her anı II. Mehmet’le beraber geçen Akşemsettin, onu kusursuz bir granit gibi nakış nakış işlemekte fethe hazırlamaktadır. Bu işlemelerin ve hazırlıkların sonunda arık fetih müyesser olacaktır. Akşemsettin’in kutlu işaretiyle II. Mehmet kuşatma hazırlığına başladı.

Fatih, iyi hazırlanmış, zamanın tüm imkanlarından faydalanmış, yanına ak saçlı,
pamuk sakallı mana erlerini de alarak yüz bin kişilik ordusuyla Edirne’den İstanbul’a doğru yola çıktı. Kasımpaşa sırtlarından kararlılığını anlatabilmek için “Ya ben Bizans’ı alırım, ya Bizans beni!” diye tüm cihana haykırmıştı. Bu kadar kararlılığa ve gayrete rağmen fetih bir türlü gerçekleşmemişti. İşler bir türlü istenildiği gibi gitmiyordu. İşte II. Mehmet, her başı sıkıştığında kendisini koruyucu bir melek edasıyla kucaklayan hocası Akşemsettin’in yanına koştu. Ağzından çıkan ilk cümle sabırsızlığını ve karşısındaki kişiye karşı acziyetini anlatıyordu: “Sultanım fetih ne zaman müyesser olacak?” Koca şeyh, şarkın ve maneviyatın verdiği ağırbaşlılıkla: “Evlat biraz daha sabır” diyebildi.

Kuşatma iki aya yaklaşmasına rağmen, bir türlü neticelenmiyordu. Köhne Bizans’ın bu kadar dayanabilmesinin sırrı ne olabilirdi? Kuşatmadan yıllarca önce İstanbul’daki küçük bir İslam azınlığı içinde “Cibali Baba” adında bir gönül dostu, Allah adamı yaşamaktaydı. Bu şahsın görevi, tevhit inancını Peygamber sevgisini Hıristiyan İstanbul halkına kazandırmaktı. Cibali Baba bu işte olağanüstü bir başarıya ulaşmış ve çevresinde İslam hayranı Rumlardan meydana gelen büyük bir cemaat toplamıştı. İşte bu büyük veli, “Gavurcuklarımı kimseye vermem. Bunları ben İslam edeceğim” diyerekten sahiplenmişti. Bu manevi sahiplenme Türk Ordusu’nun taarruzlarını kırıyor ve top güllelerini tesirsiz kılıyordu. İslam anlayışının evrenselliğini anlatan bu olay Fatih’teki bir semte adını veren “Cibali Baba’nın” bir sırrıdır. Kuşatmanın uzamasından çok sıkılan II. Mehmet’in ısrarı karşısında naz makamını kullanan Koca Şeyh Akşemsettin, “Ya Rabbi! Ya benim ruhumu kabzeyle, ya da fethi müyesser kıl” diye dua etmişti. Bu dua, naz ve niyazın karşılığında “Cibali Baba” 28 Mayıs günü Hakk’ın Rahmetine kavuştu. Böylece fethin manevi engelleri de ortadan kalkmış oluyordu. Bütün bu olaylardan habersiz olan sultan, Bursa’lı Ahmet Paşa’yı çağırarak; “Git hocam Akşemsettin’e söyle fetih ne zaman müyesser olacak, öğrende gel” dedi.

Ak saçlı, pamuk sakallı, nur yüzlü koca şeyh, muzaffer bir hükümdar edasıyla:

Git sultanıma söyle, 28 Mayıs 1453 Pazartesi günü Hz. Muhammed’in doğum günü. Asker’e istirahat versin, kimse top atmasın, gece kimse uyumasın, asakir namaz kılsın, silah bakımı yapılsın. 29 Mayıs Salı sabahı bütün asker hücuma geçsin. Fetih nasip olacaktır” dedi.


Fetih muştusundan haberdar olan Akşemsettin’in büyük oğlu, babasını bu durumda yalnız bırakmamak için çadırına gelir. Gördükleri ve hissettikleri inanılmaz olaylardır: “Babamın vermiş olduğu kutlu muştuyu duydum. Kalbim yerinde duramıyordu. Ya babamın dediği çıkmazsa, ya feth-i mübin yaşanmazsa? Soru işaretleri uzayıp gidiyordu. İçeriden gözyaşlarıyla hıçkırık sesleri birbirine karışmış bir halde babamın dudaklarından şu dualar dökülüyordu: Allah’ım, beni Hz. Peygambere mahcup eyleme. Fethi nasip eyle.

Takvim yapraklarının 29 Mayıs 1453’ü gösterdiği günün sabahı güneş İstanbul semalarından farklı doğmuştu. Günün ilk ışıklarıyla şehrin surlarından içeri giren Osmanlı ordusu tarih sayfalarının altın harflerle yazdığı bir fethi, fetihten öteye bir kutlu müjdeyi gerçekleştirmişti.

Topkapı surlarının önündeki kapıdan içeri giren şanlı ordunun önünde beyaz bir atın üzerinde giden muzaffer komutan Fatih’ti. Hemen yanı başında ise mütevazılığı ve olgunluğuyla başını yere eğmiş duran kişi Akşemsettin’di. Yolun iki yanına dizilmiş, ellerinde beyaz güllerle fethi ve Fatih’i selamlayan Rumlar çiçeklerini yaşından dolayı hükümdar zannettikleri Akşemsettin’e uzattılar. Akşemsettin ise nazik bir şekilde kendisinin hükümdar olmadığını, güllerin yanındaki genç sultana verilmesini istedi. Fatih, kendisine gelen Rum halkına: “Ben hükümdar olabilirim ama gerçek hükümdar odur” diyordu.

icmal

Adamın birini gece vakti trafik polisi çevirir, ceza yazacak ya sorar ;

- Beyefendi ruhsat lütfen !
- Buyrun Memur Bey .
- Alkol ?!
- Yok Memur Bey .
- Kemer takılı mıydı ?!
- Evet Memur Bey .
- İlk yardım çantanız ?!
- Tamamdır Memur Bey .

Bakmış olacağı yok memur ;

- Mezdeke kasetin var mı ?!
- Var Memur Bey .
- Koy kaseti !
- Tamam Memur Bey .
- 3. Parçayı çal !!
- Tamamdır memur bey ??...
- Şimdi ben oynuyorum sen bana para yapıştırıyorsun !!!

Huzurevinin bahçesinde iki tonton yaşlı adam bi banka oturmuş laflıyorlar,

-Aaah ah.. yaş oldu 73.. elim ayağım tutmuyor, her tarafım ağrıyor..benle aynı yaşta değil misin ya sen kendini nasıl hissediyorsun?

-Yeni doğmuş bir bebek gibi..

- A aa? Nasıl yani?

- Kafada saç yok, ağızda diş yok, galiba az önce de altıma yaptım....

İlkokulda, matematik dersinde ögretmen üçgenin alanını, çocuklara şu şekilde öğretmiş: Bir üçkenarlının alanı, yatayımı ile dikleşiminin vuruşumunun, ikiye bölümüdür. Çocuk bunu güzelce ezberlemiş. Akşam babası evde sormuş:
- Bu gün okulda ne öğrendiniz?
- Matematik dersinde, bir üçkenarlının alanını ögrendik babacığım.
- Ya öyle mi, peki nasıl öğrendiniz?
- Bir üçkenarlının alanı, yatayımı ile dikleşiminin vuruşumunun, ikiye bölümüdür.
- Yavrum, yanlış öğretmişler size. Doğrusu : Bir üçgenin alanı, tabanı ile yüksekliğinin çarpımının yarısına eşittir. O sırada, bir yandan gazetesini okuyan, bir yandan da torunuyla oğlunun konuşmasını dinleyen dede, dayanamayıp söze girmiş :
- İkinizin de tanımı yanlış! Bir müsellesin mesaha-i sathiyesi, kaidesiyle irtifainin hasil-i darpinin nisfina müsavidir.

Çocuklar oturmuş birbirlerine babalarının ne kadar "hızlı" olduğunu anlatıyorlarmış.

Birinci çocuk;
- Benim babam ok attıktan sonra koşup hedefe oktan önce varıyor demiş.

İkinci çocuk.
-Benim babam tabancasını ateşliyor ve hedefe kursundan önce yetişiyor diye böbürlenmiş.
- O da bir şey mi ? demiş üçüncü çocuk.
- Benim babam devlet hastanesinde doktor... Mesai 5'de bitiyor benim babam 3:30'da eve geliyor.

Tilki ormanda gezmektedir. Bir ağacın dalında asılı bir geyik budu görür. Açtır ama şüphelenir kontrol etmeğe baslar ve görür ki bu bir tuzak. Geyik budu, bir iple bombaya bağlıdır. Epeyce uzağa gider ve başını kollarının üzerine koyarak yatar, biraz sonra kurt gelir, budu görür ve yatan tilkiyi de tabii...

Tilkiye sorar :
- Ne yapıyorsun dostum ?

Tilki cevap verir:
- Hiiiç... yatıyorum.
- Burada bir but var.
- Evet var
- Neden yemedin ?

Tilki sakince cevap verir:
- Bugün orucum. der.

Kurt kendinden emin:
- Ben yiyeyim o zaman.

Tilki :
- Buyur afiyet olsun. der.

Kurt buda uzanır uzanmaz bir patlama. Ortalık toz duman. Kurt yaralı. Hareketsiz 10 metre uzakta perişan halde yatarken tilki sakince budu yemeye başlar.

Bunu gören kurt:
- Hani bugün oruçtun?

Tilki pişkin pişkin:
- Biraz önce top patladı duymadın mı ? der..


Eşref-i mahlukat olan insanın, şeref ve fazileti Allah-ü Teala'yı marifete istidadı sebebiyledir. Marifet, Allah-ı bilme ilmi olup, bu ilmin mahalli kalptir. O halde denebilir ki, insanın şeref ve fazileti kalbindeki marifet ilmi nispetindedir. Marifet ilminin çokluğu ise, kalpten masivanın tasviyesi nispetindedir. İnsanın kenisini bilmesi Hakk'ı bilmesinin anahtarı olduğuna göre denebilir ki, insan kalbini bildiği derecede kendini bilir ve bu sayede Hakk'ı tanır.

Kalp, ilahi tecellinin yeri olup, insanın maddeten ve mânen merkezidir. Kalp hem zahiren, hem mânen merkezdir. İnsanın maddi ve mânen islahı veya ifsadı kalbinin ıslahı veya ifsadına bağlıdır. Bir Hadis-i Şerif'te mealen şöyle buyrulmaktadır: "Ayık olun; vücutta bir et parçası vardır. O ıslah olduğunda bütün vücut ıslah olur; o fesada giderse bütün vücut fesada gider. Dikkat edin o et parçası kalptir." Gerçekten de kalp, hem tıbbi, hem de psikolojik olarak merkezdir. Kalbini murakaba edip düzeltmeyenler, Hakk'ı unutur ve O'ndan mahrum olurlar. Bu konuda Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Allah'ı unuttular, Allah'da onlara kendilerini unutturdu. İşte fasıklar bunlardır." Kısaca kalbi, kalbin hakikat ve vasıflarını bilmek, dinin aslı ve Salihler yolunun esasıdır.

KALBİN MANASI
Çoğu kez insanlar bazı terim ve tabirlerde kavram kargaşasına düşerler. Bunu önlemek için kalbi ve bu manaya yakın diğer tabir ve terimlerin mana irtibatını vurgulamaya çalışalım.

Kalp, birinci manada göğsün altındaki cismani bir varlık olarak anlaşılır. Bu anlamdaki kalp tıp ilmini ilgilendirir. Bu yazıda konumuz dahilinde değildir. Kalbin ikinci manası, insanın hakikati ve mahiyetini ifade eden bir latife-i Rabbaniyye-i Ruhaniye'dir. Bu manadaki kalbin cismani kalp ve irtibatı olmasına rağmen mahiyet olarak farklıdır. İnsandan anlayan alim ve arif olan bu kalptir. Hitap edilen, mükellef tutulan yine bu kalptir. Bu manadaki kalbin hakikatini bilmek, ruhun hakikatini bilmek anlamına gelir. Bunun bilmek insan takatinin üstündedir.

Manası kalbin manası ile karıştırılan diğer bir tabir de ruhtur. Ruhun da iki manası vardır. Birincisi; kaynağı cismani kalbin boşluğunda bulunan bir latif cisimdir. Buna halk arasında can denir ki, vücudun her zerresi ile irtibatı vardır. Bu, ruh tabibliği sahasını ilgilendiren bir manadır. Ruhun ikinci manası; insanda görülmeyen, müdrik ve alim olan hakikat ve mahiyetini ifade eder. Bu ruh, "Rabbimin emrindendir" buyrulan ilahi cevherdir. Ruhun bu manası ile yukarıda sözü geçen kalbin ikinci manası aynı mahiyettedir.

Yine "kalp" tabiriyle karıştırılan bir diğer kelime de "nefs" kelimesidir. Bunun da iki manası vardır. Birinci mana; "gazap" ve "şehvet" kuvvetini beraberce ifade eder. Tasavvuf erbabı, nefs kelimesini bu anlamda kullanır. Bu anlamdaki nefs, bütün şerlerin kaynağıdır. Bir Hadis-i Şerif'te; "Senin en büyük düşmanın, iki koltuğun arasında seni kuşatan nefsindir." buyrulmakta, bu mana kastedilmektedir. İkinci mana da, nefs insanın hakikati ve mahiyeti demektir ki, kalbin ikinci manası ile eş anlamlıdır. Bu nefs, Hakk'a seyr-i süluk'a istidadı olan nefistir, bir Ayet-i Kerime bu manayı şöyle anlatır: "Ey huzur içinde olan nefs, hoşnut etmiş ve edilmiş olarak Rabbine dön."

Kalp kelimesi ile mana irtibatı olan diğer bir terim de akıldır. Aklın da iki manası vardır. Birincisi; eşyanın hakikatini bilmekten ibaret olan akıldır ki, kalpte bulunan ilim sıfatından ibarettir. İkinci manası ise; kalbin ikinci manası ile aynıdır. Yani insanın hakikat mahiyetini ifade eder. Bir Hadis-i Şerif'te: "Allah-ü Teala'nın ilk yarattığı akıldır." buyrulurken kasdedilen bu manadır.

Bu izahlar, bize kalp kelimesinin hangi manada kullanıldığı ve bu mana ile yakın irtibatı olan diğer terimleri tanıtmaktadır.

KALBİN ASKERLERİ
Kalp, vücut ülkesinin pay-i tahtı olarak insanın hakikat ve mahiyetini ifade ettiğinden, insanın batınî ve zahiri bütün mekanizmalarını kendine hizmet ettirir. Bu sebeple hizmet eden vasıtalara "kalbin askerleri" terimini kullanıyoruz. İnsan, Kalbiyle Allah'a giderken gerekli ihtiyaçlarını bu askerlerden temin eder. Bunların bir kısmı zahiri bir kısmı batınîdir. Genelde kalbin askerlerinin tasnifi yapılırsa, bunları üç sınıfa ayırmak mümkündür.

1. Muharrik ve teşvikçi kuvvetler: Bunlar, ya faydalı şeyleri elde etmeye teşvik ve tahrik eder veya zararlı şeyleri def etmeye teşvik eder. Biirinci mana şevhet, ikinci mana gazaptır. Bu kuvvetlere irade de denir. Çünkü kalp, bu kuvvetlere tahrik ve teşvik eder.

2. Kudret: Bu da azaları doğrudan harekete geçiren kuvvettri ki, kalbin askerleri olarak vücudun bütün uzuvlarına dağılmışitır. Kudret gücü, beş duyuyu ve bütün azaları kalbin askerleri olarak kullanıyor.

3. İlm-i idrak kuvveti (kuvvet-i müdrike): Bunlar eşyayı tarif edip anlayan ve idark eden kuvvetlerdir. İlim ve idrak eden kuvvetleridir. İlim ve idrak kuvveti zahiri batınî olarak ikiye ayrılır. Bunların ikisine birden hiss-i müşterek denir.

- zahiri olanlar beş duyudur ki; görmek, işitmek, koklamak, dokunmak, tatmak olarak bilinir.
- batınî olanlar ise yine beş batınî hassa olup bunlar; hayal, hafıza, müfekkire, müzekkire ve vehim kuvvetleridir.

Bütün bu askerler kalbin emrinde olup, ona hizmet ederler. Kalbin bu askerleri ile olan mana iritbatını şöyle bir misalle anlatabiliriz: Kalp bir memleketin hükümdarı, akıl ve fikir o hükümdarın vezirleri yahut yol gösteren müsteşarları gibidir. Şevhet, yiyecek ve içecek gibi maddeleri temin eden hizmetçi gibidir. Gazap, hükümdarların muhafızları gibidir. Beden ve azalar ise, o hükümdarın memleketi gibidir.

Şimdi bu memleketin istikrarı, kalbin askerlerinin görevlerini bihakkın yerine getirmeleri ve kayıtsız şartsız hükümdarın (kalbin) emirlerine itaat etmeleri ile mümkündür. Aksi halde vücud ülkesinde istikrar bozulur, anarşi çıkar. Eğer şevhet ve gadap hükümdar mevkiindeki kalbe isyan eder, vezir hükmünde olan akıl ve fikir kuvvetini şaşırtırsa, vücud ülkesi fesada sürüklenir. Kişi o zaman kalbindeki Rabbani hakimiyetini kaybeder, bu sefer Hakk'a kullğu bırakır. Heva ve hevesine ilah edinir. Bu mana mealen bir Ayet-i Kerime'de şöyle anlatılır: "Ey Muhammed, heva ve hevesini ilah edinen, ilmi olduğu halde Allah'ın şaşırtığı kimseyi gördün mü?" Eğer kalbin askerleri şehrin şevhet ve gadap kuvvetleri Hakk'a boyun eğerse, vücud ülkesinde istikrar olur, bunun sonucu ise iki cihan saadetidir. Fakat bu, nefsini terbiye etmeden gerçekleşmez. Bir Ayet-i Kerime'de bu mana şöyle anlatılır: "Ama kim Rabbinin azametinden korkup da, kendini kötülükten alıkoymuşsa varacağı yer şüphesiz cennettir." Nitekim bu mücadele en büyük cihad olarak tarif edilmiştir. "Küçük cihaddan büyük cihada döndük" mealindeki Hadis-i Şerif bunu ifade eder.

İNSANIN KALBİNİN HUSUSİYETLERİ
Kainatın şerefli varlığı olarak yaratılan insanın kalbinin taşıdığı hususiyet hiçbir canlıda bulunmaz. İnsan kalbinin ana hususiyeti ilim ve iradedir. İnsan kalbi büyük bir ilim menbaıdır ki, bu ilim sonsuz olan Cenab-ı Hakk'ın ilminden belki bir katredir. İlimlerin büyük bir kısmı zaruri olarak kalpte bulunur. Bu hal fikridir. ve temel ölçüyü oluşturur. İlim tahsilindeki çalışmalar ise bu ölçüyü geliştirir ve buna muhteva kazandırır. İLimde insanlık açısından rütbelerin en üstünü nübüvvet rütbesidir. Zira nübüvvet yolu ile gelen ilim, ilahi kaynaktan ve hatasız olarak gelir. Nübüvvet rütbesinden sonra gelen en yüksek rütbe velayet rütbesidir ki, yine ilahi kaynaklı olarak gelir. İnsan uğrunda Hak'tan nehalar vardır. Cenab-ı Hak sırrını insan ruhuna gizlemiştir. Bu sebepledir ki, kendini bilen Rabbini bilir.

Cenab-ı Hakk'ın biz kullarına ulvi tecellileri vardır. Bu tecellilere mazhar olmak için günahlardan uzak kalıp nefisle mücadeleye girmek lazımdır. Bir
Hadis-i Şerif'te böyle buyrulur: "Muhakkak ki, Rabbinizin ömrünüz içerisinde size büyük tecellileri vardır, ona hazırlanınız." Keza bir Hadis-i Kutsi'de; "Bana bir karış yaklaşan kişiye ben bir arşın yaklaşırım" buyrulmaktadır. Demek insana Hakk'ın tecellileri var ve insan Allah'a yöneldiğinde Cenab-ı Hak'tan daha fazla mukabele görmektedir. Fakat şer kuvvetler ve şeytan, insanı şaşırtmak için gece-gündüz mücadele vermektedir. Bu sebeple insan bir çok ilahi lütuflardan mahrum kalmaktadır. Resul-i Ekrem (sav) şu Hadis-i Şerif'leriyle buna işaret ederler: "Eğer şeytan insanoğlunun kalplerinde dolaşmasaydı, onlar göklerin melekût alemine bakar ve onları görebilirlerdi." Bu bir mücadeledir ve imtihan sırrı ve nüktesidir.

İnsan yırtıcılık, hayvaniyet, şeytaniyet ve Rabbaniyet gibi dört ana vasıfla yoğrulmuştur. Hayırla şer birbirine karışmış vaziyettedir. Allah'ın kitabı Kur'an esas alınarak ve Hak dostları rehber kabul edilerek kalben, fikren ve dil ile her an Hakk'ın zikriyle meşgul olunarak günahlara set çekmek ve böylece Hakkı görmek mümkündür. Zira günah ile Hakkı görmek ters orantılıdır. Günahlar, kalbin kararmasına ve ileri safhada mühürlenmesine sebep olur. Kim ki, nefsiyle mücahede eder her an Hakk'ın zikriyle meşgul olursa onun kalbi mutmain olur ve Cenab-ı Hak onu kötülükten korumak için ona kalbinden bir vaiz gönderir. Nitekim bir
Hadis-i Şerif'te: "Allah-u Teala bir kuluna hayır murad ettiği zaman, ona kalbinden bir vaiz gönderir." buyrulmaktadır.

Bir
Hadis-i Şerif'te dört çeşit kalp tarif olunmaktadır:

"Kalpler dörde ayrılır:
1. Temiz kalp; orada parlayan bir nur vardır. Bu müminin kalbidir.
2. Kararmış ve ters döndürülmüş kalp; bu da kafirin kalbidir.

3. Kılıflar konmuş ve ağzı bağlanmış kalp; bu da münafığın kalbidir.

4. Terk edilmiş, ıraz edilmiş kalp; orada iman da var, nifak da vardır."

Cenab-ı Hak'tan gerçek müminlerin sahip olduğu temiz kalbi niyaz edelim.

CELAL MISIR



Filipinlerin ulusal çiçeği olan Ful, Oleaceae familyasından, muhteşem kokulu ve her zaman yeşil olan bir çalı görünümündedir. Akdeniz ve Ege şartlarında dış mekanda, diğer bölgelerimizde ise kaplı fidan olarak kışın içeriye almak suretiyle yetiştirilebilir. Akdeniz ve Ege'de de sert kışlardan korumak gerekir. Ülkemizde katmerli türleri bilinir. Haziran ayında çiçeklenmeye başlar. Güneş ve hafif gölge yerleri sever. Bol humuslu, yaprak çürüntülü,süzek toprakları severler. İlkbaharda ve yazın bol sulanır. Yaz sonuna doğru alınacak yarı odunsu çeliklerle üretilir.

Önemli bir ayrıntı, ful çiçeğini koklarken burnunuzu değirmeyeceksiniz, yoksa kararır.

isoteams notu:
Geçen hafta tecrübe ettim, fulümün tomurcuğu yeni çiçeklenmişti, tamamen açılmamıştı, sabaha karşı bir yaz yağmuru yağdı, çiçek karardı, çok kötü oldu, tavsiyem, baktınız yağmur yağacak çiçeğiniz ıslanacak, hemen çiçeği mümkün olan en uzun saplı olarak kesin ve doğruca domatese saplayın!

Ful en güzel tenekede yetişir. Tohumları alınmış domates ve kabak toprağı için yararlıdır.

Ful çiçekleri en güzel domateste sergilenir. Çiçek açınca çiçek sapının elverdiği ölçüde kesilir ve olgun bir domatese saplanır. Tabakta domatese saplı duran ful vazo ömrünü orada tamamlarken hem ortamı güzel kokutur, hem de kırmızıya saplanmış top top beyaz çiçekleri ile ilgi çeker.


Çoğaltılması:
Yaz sonuna doğru alınacak yarı o
dunsu çeliklerle üretilir. Ful çelikleri uzun zaman alsa da doğrudan su içinde de köklenebilir. Çelik alırken:

- keskin makas ile tepeden 10-15 cm kesilir,
- çelikler aspirinli suya batırıp 8-10 sn kadar tutulur,
- perlit, kum veya dezenfekte edilmiş torf içinde köklendirilir,
- Oksijenli sulu solüsyonla da sulanır.

Budama:
Katmerli çiçekliler daha çalı görünümlüdürler. Bunlarda zayıf ve uzayıp giden bir sürgün yerine kalın, çok dallı, dolgu formlu bir bitki tercih edilir. Bunun için de çalı tipindeki bitkilere genelde yapıldığı gibi uçtaki büyüme noktası köklendirilecek çelik olarak alınır. Çiçeği yalın kat olanlar sarmaşık formlu büyürler ve sardırılabilir.

Gübreleme:
NPK 20-20-20 gübre 1 lt suya 1 çay kaşığı ölçüde 15 günde bir verilir.

İlaçlama:
Gerektiğinde arap sabunlu bit ilacı tarifi haftada bir uygulanır. İlaçlama yaparken gonca bir kağıt külah ile örtülür ki ilaç goncalarda leke yapmasın.

kaynak: www.agaclar.net