dünkü bu vakit

Evet tam da öyle dünkü bu vakit… Zaman su gibi akıp gidiyor, daha dün çocuksu sevdalarla, sokak aralarında koşturup, acıktığımı bile fark etmeden oyun oynarken, bir anda her şeyi ardımda bırakıp, zaman tünelinden geçmişim gibi 2008’in Ağustos ayında buluverdim kendimi… Şimdi o günleri arıyorum, birkaç saniye de olsa… Ömrüm olursa, otuz sene sonra bu günleri de arayacağım, hiç kuşkusuz... :)

etiketler

...

koş koş bitmiyor ...

koş koş bitmiyor ...
yumurtalamayan tavuğu keserler, hayalleri olsa bile ...

arşiv

hürriyet haber

meltem hastanesi


Günümüz çağdaş tarihçilerine göre, Osmanlı Devleti'nin yetiştirdiği en önemli tarihçi Evliya Çelebi'dir. Çelebi, sadece gezdiği yerlerin siyasi tarihini yazmamış, bölgenin kültür, edebiyat ve adetlerini de kayıtlarına geçirmiştir. Bu büyük seyyah ve tarihçi, İstanbul'la ilgili anlatılanları da kaydederek günümüze kadar g
elmesini sağlamıştır. Evliya Çelebi'ye göre: İstanbul Bizans'ın elindeyken boğazın kıyısındaki tepenin üzerinde bi kilise vardı. Kilisenin papazı, gizlice müslüman olmuş ve İstanbul'u fethedecek kumandanın Muhammed (Mehmet) isminde birisi olacağını kitaplardan okumuştu. Bu zat, II. Mehmet'in Edirne'de tahta çıktığını duyunca derhal gizlice mektup yazar. Mektubunda: "İstanbul'u fethedecek ve Hz. Peygamberin övgüsüne mazhar olacak kişi sensin. İstanbul'u fethetmek için bu hâkim tepenin üzeriyle, Akdeniz'in girişine iki adet kale yapmalısın. Böylece İstanbul'a yiyecek ve giyecek girişine müsade etmezsin. Bu durum İstanbul'da kıtlık ve pahalılığa yol açar. Bundan sonra azametle Edirne'den deniz gibi askerle bu bizim tarafa teşrif ediniz." demiştir.

Fatih bu mektubu aldıktan sonra av yapmak maksadıyla boğaz kıyısındaki tepelere gelerek Müslüman olmuş bu kimseyle görüştü. Yapılan görüşmede Rumeli Hisarı’nın yapılmasında mutabık kaldılar. Genç padişah, Bizans kralıyla olan dostluklarını artırmak ve kralın güvenini kazanmak amacıyla avladığı hayvanlardan krala hediyeler gönderdi. Fatih, hediyelerle beraber şimdiki Rumeli Hisarı’nın olduğu yerde av köşkü yapmak amacıyla burasını kraldan istedi. Bizans hükümdarı Konstantin, bu teklife sıcak bakmamakla beraber red cevabı da veremedi. Biraz diplomatik bir dil kullanarak biraz da kendi istediği kadar yer veriyormuş izlenimi oluşturmak amacıyla: “Bir sığır derisi kadar çiftlik yaparsa kabulümdür. Ama bir sığır derisinden büyük olursa iznim yoktur, sonra barışa aykırı hareket edilmiş olur” dedi.

Konstantin’in evet ile hayır arasındaki bu sözü Fatih’e tebliğ edildi. Genç hükümdar, akıl ve siyaset denklemini iyi kullanarak elçi önünde bir kule yapmaya başladı. Elçi gittikten sonra ise ne kadar ırgat ve mimar varsa hepsini toplayarak; Külle-i Cedide diye anılan Rumeli Hisarı’nın inşaatının başlamasını emretti. Böylece Fatih, krala verdiği sözü bozmamıştı. Konstantin’in kendisine gönderdiği öküz derisini iyice ge
rdikten, incelterek iplik haline getirerek ipliğin kapladığı alana boğazı kontrol edecek bir hisar yaptırdı.

Kral bu hali işitince:”Barışa aykırı bir kale yapmışlar” diyerek genç hükümdara bir elçi gönderdi. Fatih ise, daha evvel ip gibi kestirdiği sığır derisini Bizans hükümdarına göndererek cevap verdi. “Barışa aykırı bir hareket yok. Biz sığır derisinin yetişebildiği yer kadar bina yaptık” diyerek Hz. Peygamberin övgüsü olan komutan ve daha önceki gönül sultanlarının işaret ettiği kişi olmanın ilk adımını atıyordu.

Genç yaşta devletin yönetimini eline alan sultanın hedefinde Peygamber müjdesi İstanbul’un fethi vardır. Fakat fethin her şeyden evvel kendisine ve hüküm sürdüğü topluluğa layık olması gerekir. Sultan, fetih hareketlerine girmeden evvel kafasını kurcalayan bu sorunun cevabını bulmak için sabahın ilk ışıklarıyla ve tebdili kıyafetle Edirne sokaklarında dolaşmaya başlar. Başkentte Türklerin meskûn olduğu dükkânlara uğrar. Dükkânların birinden alış-veriş için bir şeyler ister. Dükkân sahibi, komşusunu kendisine tercih ederek “Ben siftah yaptım. Komşum yapmadı. Onu da komşumdan alın” demek suretiyle dostluğa, vefaya, birlik-beraberlik duygusuna eşi benzeri görünmez örnek verir. Fatih, şahit olduğu bu hal üzerine; “Ben bu insanlarla değil İstanbul’u dünyayı fethederim” diyerek İstanbul’un fethine kesin olarak karar verir. Nitekim İstanbul’da yaşayan Ortodoks Hıristiyanlar da bu fethi arzulamaktadırlar. Kendilerine Katolik Avrupa’dan yardım geleceği bildirilince, “İstanbul’da Latin külahı görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederiz” diyecek kadar bir beklentinin içindedirler.

İstanbul, yalnızca Fatih unvanıyla şöhret bulmuş II. Mehmet tarafından kuşatılmamıştı. II. Mehmet’in babası II. Murat bir kez; büyük dedesi Yıldırım Beyazıt ise iki kez kuşatmıştı. Fakat bu kuşatmaların fetihle sonuçlanması bir tarafa manevi işaretler Fatih unvanlı II. Mehmet’i işaret etmişti. Bu manevi işaretlerden birisi zamanın sultanı II. Murat’la Hacı Bayram Veli arasında geçer. İstanbul’un fethine niyet eden II. Murat, büyük veli Hacı Bayram’la karşılaşmalarında: “Himmet etseniz de şu İstanbul işini bitiriversek” deyiverdi. Hacı Bayram gülümseyerek o sırada yerde oturmakta olan küçük Mehmet’le (Fatih) kapının yanında duran müridi Köse’yi (Akşemsettin) işaret ederek; “Sultanım, fetih şu beşikteki çocuk ile eşikteki Köse’ye nasip olacaktır” dedi. Aksakallı, ilim irfan adamı Hacı Bayram; adeta geleceği okuyor ve fethi Fatih’e müjdeliyordu.

Hz. Peygamberin muştusuna mazhar olmak isteyen II. Murat, alenen yaşadığı bu hadiselere rağmen İstanbul’u kuşattı fakat başarılı olamadı. Bu seferin sonunda kalbi iyice mutmain olan Sultan, işaret edilen oğlunu küçük yaşta tahta geçirerek bu kutlu işaretin bir an evvel gerçekleşmesini istedi. Diğer taraftan da Hacı Bayram’ın tavsiyesi üzerine oğlunu, maddi ve manevi ilimlerle donanmış olan Molla Gürani’ye teslim etti. Molla Gürani’ninki hiç şüphesiz bir geçiş dönemiydi. Bu genç sultanı asıl fethe yetiştirecek olan Hacı Bayram’ın, Köse diye ifade ettiği Akşemsettin olacaktı. Her anı II. Mehmet’le beraber geçen Akşemsettin, onu kusursuz bir granit gibi nakış nakış işlemekte fethe hazırlamaktadır. Bu işlemelerin ve hazırlıkların sonunda arık fetih müyesser olacaktır. Akşemsettin’in kutlu işaretiyle II. Mehmet kuşatma hazırlığına başladı.

Fatih, iyi hazırlanmış, zamanın tüm imkanlarından faydalanmış, yanına ak saçlı,
pamuk sakallı mana erlerini de alarak yüz bin kişilik ordusuyla Edirne’den İstanbul’a doğru yola çıktı. Kasımpaşa sırtlarından kararlılığını anlatabilmek için “Ya ben Bizans’ı alırım, ya Bizans beni!” diye tüm cihana haykırmıştı. Bu kadar kararlılığa ve gayrete rağmen fetih bir türlü gerçekleşmemişti. İşler bir türlü istenildiği gibi gitmiyordu. İşte II. Mehmet, her başı sıkıştığında kendisini koruyucu bir melek edasıyla kucaklayan hocası Akşemsettin’in yanına koştu. Ağzından çıkan ilk cümle sabırsızlığını ve karşısındaki kişiye karşı acziyetini anlatıyordu: “Sultanım fetih ne zaman müyesser olacak?” Koca şeyh, şarkın ve maneviyatın verdiği ağırbaşlılıkla: “Evlat biraz daha sabır” diyebildi.

Kuşatma iki aya yaklaşmasına rağmen, bir türlü neticelenmiyordu. Köhne Bizans’ın bu kadar dayanabilmesinin sırrı ne olabilirdi? Kuşatmadan yıllarca önce İstanbul’daki küçük bir İslam azınlığı içinde “Cibali Baba” adında bir gönül dostu, Allah adamı yaşamaktaydı. Bu şahsın görevi, tevhit inancını Peygamber sevgisini Hıristiyan İstanbul halkına kazandırmaktı. Cibali Baba bu işte olağanüstü bir başarıya ulaşmış ve çevresinde İslam hayranı Rumlardan meydana gelen büyük bir cemaat toplamıştı. İşte bu büyük veli, “Gavurcuklarımı kimseye vermem. Bunları ben İslam edeceğim” diyerekten sahiplenmişti. Bu manevi sahiplenme Türk Ordusu’nun taarruzlarını kırıyor ve top güllelerini tesirsiz kılıyordu. İslam anlayışının evrenselliğini anlatan bu olay Fatih’teki bir semte adını veren “Cibali Baba’nın” bir sırrıdır. Kuşatmanın uzamasından çok sıkılan II. Mehmet’in ısrarı karşısında naz makamını kullanan Koca Şeyh Akşemsettin, “Ya Rabbi! Ya benim ruhumu kabzeyle, ya da fethi müyesser kıl” diye dua etmişti. Bu dua, naz ve niyazın karşılığında “Cibali Baba” 28 Mayıs günü Hakk’ın Rahmetine kavuştu. Böylece fethin manevi engelleri de ortadan kalkmış oluyordu. Bütün bu olaylardan habersiz olan sultan, Bursa’lı Ahmet Paşa’yı çağırarak; “Git hocam Akşemsettin’e söyle fetih ne zaman müyesser olacak, öğrende gel” dedi.

Ak saçlı, pamuk sakallı, nur yüzlü koca şeyh, muzaffer bir hükümdar edasıyla:

Git sultanıma söyle, 28 Mayıs 1453 Pazartesi günü Hz. Muhammed’in doğum günü. Asker’e istirahat versin, kimse top atmasın, gece kimse uyumasın, asakir namaz kılsın, silah bakımı yapılsın. 29 Mayıs Salı sabahı bütün asker hücuma geçsin. Fetih nasip olacaktır” dedi.


Fetih muştusundan haberdar olan Akşemsettin’in büyük oğlu, babasını bu durumda yalnız bırakmamak için çadırına gelir. Gördükleri ve hissettikleri inanılmaz olaylardır: “Babamın vermiş olduğu kutlu muştuyu duydum. Kalbim yerinde duramıyordu. Ya babamın dediği çıkmazsa, ya feth-i mübin yaşanmazsa? Soru işaretleri uzayıp gidiyordu. İçeriden gözyaşlarıyla hıçkırık sesleri birbirine karışmış bir halde babamın dudaklarından şu dualar dökülüyordu: Allah’ım, beni Hz. Peygambere mahcup eyleme. Fethi nasip eyle.

Takvim yapraklarının 29 Mayıs 1453’ü gösterdiği günün sabahı güneş İstanbul semalarından farklı doğmuştu. Günün ilk ışıklarıyla şehrin surlarından içeri giren Osmanlı ordusu tarih sayfalarının altın harflerle yazdığı bir fethi, fetihten öteye bir kutlu müjdeyi gerçekleştirmişti.

Topkapı surlarının önündeki kapıdan içeri giren şanlı ordunun önünde beyaz bir atın üzerinde giden muzaffer komutan Fatih’ti. Hemen yanı başında ise mütevazılığı ve olgunluğuyla başını yere eğmiş duran kişi Akşemsettin’di. Yolun iki yanına dizilmiş, ellerinde beyaz güllerle fethi ve Fatih’i selamlayan Rumlar çiçeklerini yaşından dolayı hükümdar zannettikleri Akşemsettin’e uzattılar. Akşemsettin ise nazik bir şekilde kendisinin hükümdar olmadığını, güllerin yanındaki genç sultana verilmesini istedi. Fatih, kendisine gelen Rum halkına: “Ben hükümdar olabilirim ama gerçek hükümdar odur” diyordu.

icmal

0 yorum

Yorum Gönder