dünkü bu vakit

Evet tam da öyle dünkü bu vakit… Zaman su gibi akıp gidiyor, daha dün çocuksu sevdalarla, sokak aralarında koşturup, acıktığımı bile fark etmeden oyun oynarken, bir anda her şeyi ardımda bırakıp, zaman tünelinden geçmişim gibi 2008’in Ağustos ayında buluverdim kendimi… Şimdi o günleri arıyorum, birkaç saniye de olsa… Ömrüm olursa, otuz sene sonra bu günleri de arayacağım, hiç kuşkusuz... :)

etiketler

...

koş koş bitmiyor ...

koş koş bitmiyor ...
yumurtalamayan tavuğu keserler, hayalleri olsa bile ...

arşiv

hürriyet haber

meltem hastanesi

Hiçbir beşerin takat getiremeyeceği kadar büyük, hiçbir insanın veya kalemin ifadelendiremeyeceği kadar ulvi bir gerçek; Rıza.

Kulluğun ufuk gayesi, gayelerin hedeflendiği zirve nokta, insanın en şerefli makamı, uhrevi rütbelerin en anlamlısı, bütün saadetlerin toplandığı haz ve sürur alemi: Rıza alemi.

Büyüklüğün bütün azamet ve ihtişamıyla, heybet ulviyetiyle büyük; hiçbir şeyin kendisi ile mukayese edilemeyeceği kadar, bütün büyüklükleri içine alacak ve fakat onu hiçbir şey ile ihata edemeyecek kadar büyük; Rıza.

Her büyüklüğe bir hudut, her aleme bir sınır olabildiği halde hiçbir hudut tanımayan büyük; Rıza.

Bütün hesapları altüst eden, ulviyet ve esrarına aklın ulaşamadığı gerçek; Rıza.

Akıl; ancak maddi büyüklükler, zahiri makamlar ve rütbeler üzerine yürütebilirken, Rıza makamı bütün heybet ve azametiyle aklın verasında bulunmaktadır. Nasıl ki Hakk’ı zikir, zikri ihtiva etmeyen her şeyden hatta bütün mahlûkattan büyükse, aynen öyle Hakk’ın rızası her şeyden, bütün mahlûkattan ve içindekilerden büyüktür. Cenab-ı Hak, akla hayale gelmeyen ulvi cennet nimetlerini andıktan sonra kendi rızasını bu nimetlerden büyük göstererek rızanın ulviyet ve şerefine işaret ediyor:
Adn cennetinde hoş meskenler; Allah’ın rızası olması en büyük şeydir

(Tevbe: 72).

Kul olarak insanoğlunun en büyük gayesi ve hayatının en saadetli neticesi Hakk’ın rızasını tahsil etmektir. Hakkı’n rızasına talip olanlar, âlemde kendisinden daha büyük olmayan makama ve rütbeye talip olmuşlardır. Gerçekten mü’minin hayatını baştan sona bir disiplin altına alan, varoluşun nükte ve gayesini üzerinde toplayıp hayatın anlam ve tadını ortaya koyan büyük nimet Hakk’ın rızasıdır. Bu kadar muhtevası büyük, anlamı zengin bir ibadet tasavvur edilemez. Her şey Hak adına, Hakk’ın rızası içindir. O halde Hakk’ın rızası her şeyden en büyüktür. İşte ilahi beyan:

Allah’ın rızası en büyük şeydir
(Tevbe: 72).

Bu gerçeğin mefhum-u muhalifini tasavvur edersek deriz ki; Hakk’ın rızası için olmayan her şey boştur, faydasızdır, yok hükmündedir. Hatta vebaldir. Hakk’ın rızası dışında olan şeylere talip olanlar, serabı deniz zannedenler, boşa kürek çekenler hatta abesle iştigal edenlerdir. Böyleleri, hayatlarını boşa heba eden bedbahtlardır.

Allah (c.c) rızasını davet eden bir ana mesele var ki, o da kulun Allah’tan razı olmasıdır. “İyiliğin karşılığı ancak iyilik değil midir?” (Rahman: 60), diye soru şeklinde varit olan Rabbani düstur gereğince kulun Allah’tan razı, Allah-ü Teâlâ’nın kulundan razı olması neticesini doğurur. Yukarıda ayette geçen “İhsan’ın son haddi Allah-ü Teâlâ’nın kulundan razı olmasıdır” şeklinde tefsir edilmiştir. İhsan ihsanı; rıza rızayı davet eder. Rıza konusundaki Rabbani kanun şu ayetle muhkemleşmiştir:
Allah onlardan razıdır, onlar da Allah’tan razıdır
(Beyyine: 8).

Basiret erbabı bütün muttakiler, Allah-ü Teâlâ’nın kendilerinden razı oluşuna delil olarak kendilerinin Allah’tan razı oluşunu göstermişlerdir. Böylece onlar, kendi hallerine bakarak Cenab-ı Hakk’ın üzerlerindeki takdir ettiği nimetin keyfiyetini anlamışlardır.

Kulun Rabb’inden razı olması, her cihetle kulluğu disiplin altına alan ve külli teslimiyeti gerçekleştiren büyük olaydır. Bütün mesele kulun Cenab-ı Hak’tan razı olması noktasında toplanmaktadır.

Kulun Allah’tan razı olmasının alametleri vardır. Bu alametler kendisinde tahakkuk etmeyenlerin iddiaları isabetsiz ve mesnetsizdir.

Kulun Rabb’inden razı olmasının birinci şartı ve alameti, Kur’an sevgisidir. Zaten rızanın sebebi marifet ve muhabbettedir. Kur’an sevgisi ise Hakk’ın kelamına karşı tazim ve muhabbet olduğundan Hak rızasının alameti olmuştur.

Yine kulun Rabb’inden razı olmasının diğer bir şartı da; kulun hayatını Kur’an’a göre tanzim etmesidir. Kur’an’dan uzak bir hayat, şeytanlar vadisinde helake yüz tutmak demektir.

Kulun Allah’tan razı oluşunun diğer bir delili de; ahreti dünyaya, Hak rızasını şahsi menfaatine tercih etmesidir. Bu da ancak gönül hoşluğu ile kalben dünyadan iraz edip ahrete müteveccih bulunmaktadır. Kulun Rabb’inden razı olmasının diğer bir delili de; itikadi tehlikeye düşürecek, küfre kapı açabilecek her türlü zahiri ve bâtıni amellerden uzak kalınmasıdır. Bu meyanda her türlü bid’at ve nifak unsurlarına karşı olunmalıdır.

Kulun Hak’tan razı olmasının diğer bir şartı ise, muhaabbetullahı elde etmektir. Çünkü rıza makamı, muhabbetullahın neticesidir. Muhabbet ise Hakk’ı bilmenin neticesidir.

O halde rıza makamına, ancak külli teslimiyet halinin gerçekleşmesinden sonra ulaşılabilir. Onun için rıza makamı, İslam’ın mana denizi olan tasavvufta nihai gaye olarak yer almıştır.

Rıza makamına ulaşarak dünyaya veda edenlere ahrette lütuf üstüne lütuf kapıları açılacağı muhakkaktır. Bu meyanda bir Hadis-i Şerif’te şöyle buyrulmuştur:
Allah-ü Teala mü’minlere tecelli eder ve ‘Benden ne istiyorsunuz’ diye buyurur. Mü’minler, ‘Rızanı isteriz’ derler
(Bezzar ve Taberani, Enes’ten).

Hak rızasını tahsil etmenin önemli bir şartı hatta mühim bir alameti de Cenab-ı Hakk’ın mahlukat üzerindeki takdirine ve kazasına rıza göstermektir. Şerlere bile Yaratıcısının Hak olması açısından rıza gösterilmesi esas olup, rızanın en zor ve girift tarafı da burasıdır. Fakat şerlerin kullara dönük cihetine rıza gösterilemez.
Rızanın tevhit ile münasebeti vardır. İbadeti katıksız ve riyasız Allah’a tahsis edemeyenler rızadan nasip alamazlar. Rıza bu haliyle sıdk ve ihlâsı da içine almaktadır.

Tevhidi bilen, Allah’a tevekkül eder. Hakkına kanaat eder. Bu haliyle rıza tevekkül ve kanaati de içine almaktadır.

Elhasıl rıza, İslam’ı baştanbaşa külli teslimiyetle yaşamanın ifadesidir. Bu da kulun Allah’tan razı olması, Allah’ın kulundan razı olması şeklinde iki mertebedir. Ebedi saadet, ancak iki mertebe rızasının elde edilmesiyle gerçekleşebilir.


İslam Büyüklerinin Rıza Konusundaki Tarifleri
Rıza, kulluğun zirvesindeki yüksek idealdir. Bu makama eren bahtiyar insanlar, manevi lütuflara mazhar olmuşlar, büyük haz ve sürur tatmışlardır. Herkes kemal derecesine göre bulunduğu hal ve makamın keyfiyetine göre rıza nimetinden neye mazhar ve muvaffak olmuş ise rızayı öyle anlamış ve anladıkları gibi de ifade buyurmuşlardır.

Üstat Ebu Ali ed-Dekak:
“Rıza, senin belayı hissetmemenden ibaret değil. Ancak hüküm ve kazaya itiraz etmemendir” derken, Ebubekir bin Tahir de: “Rıza, kalpte ferah ve sürurdan başka bir şey kalmayacak derecede kerahiyeti kalpten çıkarmak demektir” der.

İbn-ü Hafif:
Rıza, Allah’ın hükümleri ile kalbin sükûnet bulması ve Allah’ın razı olduğunu kalbin muvafakat etmesi onu seçmesidir”, diye rızayı tarif ederken

Ebu Süleyman ed-Darani de:
“Rıza, senin Allah’tan cennet istememen ve ateşten O’na sığınmamandır” diye tarif eder.

Bazı büyüklerin bir kısım tarifleri de şöyledir:

Ebu ed-Demeşki:
“Rıza, her hükümde ürkmeyi kaldırmak demektir”.

Cüneyt:
“Rıza, ihtiyarın kaldırılmasıdır”.

İbn-ü Ata:
“Rıza, kalbin Allah’ın kul ile ezeli seçimine bakmasıdır. Bu, Allah’ın hükmünden küsmeyi terk etmesi demektir”.

Rüveymi:
“Rıza, hükümleri (belaları) sevinç ile karşılamaktır”.

El-Muhasabi:
“Rıza, kalbin, hükümlerin mecrası altında sükûn bulmasıdır”.

En-Nuri:
“Rıza, kalbin kaza ve kaderin acısına sevinmesidir”.

Genelde rıza; hal, amel ve ilim olarak Hak’tan hoşnut olmak, Hakk’ın mahlukat üzerindeki hüküm ve tasarrufuna gönülde hiçbir zorluk hissetmeden itiraz etmemek ve razı olmaktır. Bu sebeple rıza, keyfiyet olarak Allah’ın kulları ve cümle mahlûkat üzerindeki tecellisini ve ef’alini de ihtiva etmektedir. Bu haliyle rızanın, kader, kaza, kanaat, tevekkül ve sabır gibi imanın ana şubeleriyle de yakın münasebeti vardır. Ve rıza, insanın iç âleminin, âlemdeki hüküm ve tasarrufu, kesretteki birliği, tevhidi, muhabbeti, sabrı ve teslimiyeti bağdaştırabilmektir. Bu sebeple rıza zor ulaşılabilen fakat en şerefli makamdır. Ve rıza kulluğun kemal derecesi olan muhabbetin de neticesidir.

Rıza, mahiyet olarak Tevhidin tabii gereği olup, insan fıtratı, âlemde cereyan eden ilahi iradeyle tamamen mutabık ve muvafıktır. Hal böyle iken işin mahiyetine nüfuz edemeyenler: “Âlemde hayır ve şer karışıktır. Hayır ve şer Allah’tandır. Şerre nasıl razı olunur” diyerek rızanın mümkün olmayacağını, ancak sabrın geçerli olacağını zannetmişlerdir.

Halbuki burada bilinmesi gereken şudur:
Şerri yaratmak şer değil, şerri kesbetmek, istemek şerdir”. Âlemde fâil-i hakîkî Allah (cc) olduğundan elbette ki her fiil O’na raci olacaktır. Ancak O’nun şerde rızası yoktur. Hayır ve şerrin Allah’tan olduğunu bilen insan sırları cem etmiş bu âlemin bir imtihan sahnesi olduğunu bilir; her hadisenin altında hikmet arar. Kaldı ki, kullara şer gelen bir şey hayır, hayır zannedilen bir şey şer olabilir. Kul için kaderin hükmüne teslim olmaktan başka çare yoktur.

İnsanın lehine görülmezse de nefse ağır gelen bir olaya insanın rıza gösterebileceği iki cihetle sabittir:

1. Rıza’nın sebebi muhabbet yahut muhabbetin neticesi rıza olduğundan muhabbetin şiddeti belanın sıkletini giderir ve insan belayı duymaz olur. Bu durum, muhabbetin kemalini gerektirir ve bazı mümtaz şahsiyetlere mahsustur.

2. Kulun Allah’ın hükmünü hoş karşılamakla alacağı mükâfatının ecrini düşünür ve böylece musibetler ona ağır gelmez. O, şer gibi görünen bir hadisede kendisi için takdir edilen lütfu ve nimeti, hepsinden öte Rabb’inin rızasını düşünür. Bu halde musibetler ona kolay geldiği gibi üstelik kalbi sızlanmadan razı olur.

Cüneyd-i Bağdadi buyurdu:
Sırriyyüs-Sekati’den sordum: Muhip (seven) bir kimse belanın elemini hisseder mi? ‘Hayır’ dedi. Kılıçla vurulsa da böyle mi? ‘Evet’ dedi. Velev ki, kılıçla yetmiş darbe aynı notaya üst üste vurulsa yine de hissetmez”.

Saad bin Ebi Vakkas, duası makbul bir zattı. Mekke’ye geldiğinde gözleri kapanmıştı. Kör olduğu halde halk etrafına toplanıyor ondan dua istiyorlardı. Abdullah bin Saib, Saad Hazretlerinden sorar:
Ey amca! Sen halk için dua ediyorsun. Eğer kendin için dua edip de Cenab-ı Hak senin gözünü yeniden sana verseydi daha iyi olmaz mıydı?” Bu sual üzerine Hazret tebessüm ederek dedi:
Ey oğul! Benim nezdimde Cenab-ı Hakk’ın kaza ve kader-i ilahisi gözümden daha güzeldir.
Şibli Hz.’leri hapsedildiği hastanede kendisini ziyarete gelen sözde dostlarına taş savurur ve gidenlerin hepsi kaçışmağa başlarlar. Bunun üzerine Şibli arkadan şöyle bağırır: “Neden beni sevdiğinizi iddia ediyordunuz? Eğer doğru olsaydınız benim belamın üzerine sabredecektiniz”.

Hadisler ve büyüklerin ifşaatlarından anlıyoruz ki, rıza, muhabbetin neticesinden lütfedilen âli bir makamdır. Rıza makamına ulaşmak isteyenler mutlaka Hakk’ın mahlukat üzerindeki hüküm ve tasarrufuna sabredip razı olmalıdırlar. Hakk’ın hükmüne itiraz etmek kişinin helakine sebeptir.

Mahşer günü Ümmet-i Muhammed’den kanatlı bir taife cehennemi görmeden uçarak cennete girerler. Melekler bu mükafata hangi hasletle ulaştıklarını sorduklarında onlar: “Biz tek başımıza kaldığımızda O’na karşı gelmekten utanıyorduk. Bizim için taksim buyurduğu az’a razı olurduk” derler. Bunun üzerine melekler: “Siz bu nimete müstahaksınız” derler.

Yine Resul-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurur:
Kim ki Allah katında kendisi için hazırlananı bilmek istiyorsa baksın, Allah için onun yanında ne vardır? Zira müşriklerin dediklerinden yüce ve münezzeh olan Allah, kul onu nefsinin neresine indirirse, o da kulu katında onu oraya indirir”.

Keza Cenab-ı Hak, bir Hadis-i Kutsi’de buyuruyor: “Ben Allah’ım! Benden başka mabud yoktur. Kim ki verdiğim belaya karşı sabretmez, nimetime şükretmez, kazama rıza göstermezse, o, Benden başka bir rab edinsin”.

Hakk’ın hükmüne rıza göstermeyen, gam ve üzüntü içinde kaldığı gibi Hakk’ın gazabını da celbeder. Bu hususta Resul-i Ekrem: “Cenab-ı Hak (c.c) hikmet ve celaliyle, sevgiyi, rıza ve yakinde kılmıştır. Gam ve üzüntüyü ise, şek ve kızmakta kılmıştır”.

Ebu Derda buyuruyor ki:
İmanın zirvesi, hükme karşı sabretmek, kadere rıza göstermektir”.

Sevri, bir gün Rabiatül-Adeviyye’nin yanında şöyle dua etti: “Ey Allah’ım! Bizden razı ol”. Bunun üzerine Rabia Hatun Sevri’ye hitaben: “Sen Allah’tan razı olmadığın halde O’nun rızasını istemekten utanmıyor musun?” deyince Sevri:
Estağfirullah” dedi.

Celal Mısır

0 yorum

Yorum Gönder