dünkü bu vakit

Evet tam da öyle dünkü bu vakit… Zaman su gibi akıp gidiyor, daha dün çocuksu sevdalarla, sokak aralarında koşturup, acıktığımı bile fark etmeden oyun oynarken, bir anda her şeyi ardımda bırakıp, zaman tünelinden geçmişim gibi 2008’in Ağustos ayında buluverdim kendimi… Şimdi o günleri arıyorum, birkaç saniye de olsa… Ömrüm olursa, otuz sene sonra bu günleri de arayacağım, hiç kuşkusuz... :)

etiketler

...

koş koş bitmiyor ...

koş koş bitmiyor ...
yumurtalamayan tavuğu keserler, hayalleri olsa bile ...

arşiv

hürriyet haber

meltem hastanesi


Başını ellerinin arasına almış düşünüyordu. Ne zaman bu surların önüne gelse kalbinin daraldığını, yüreğinin sıkıldığını hissediyor, bunalıyordu. İşte bu kapıyı, surların altındaki bu kapıyı açsa, girse içeri bu kapıdan, ahh bu şehre girse, kalbinin de kapıları açılacak, gönlü yıllardır kapandığı zindandan azad olacak, özgür bir nefes alacak, kurtulacaktı. Evet bu bir kavuşma anı olacaktı Hasan için. Sevdiğine, yıllardır hasretini çektiği sevdiğine kavuşacaktı.

Düşüncelerinden pamuk kadar yumuşak bir sesle uyandırıldı sanki:
Evlat ne ararsın burada?

Hasan saçlarından ayak parmaklarına kadar bir karıncalanmayla ürperdiğini hissetti. Sanki bütün sırları açığa çıkmış, bir gizli el kilitli kapıları aşmış, sanki hani kıyamet kopmuş da mahşer yerinde getirilip amel defteri cümle ademoğluna okunuyormuş gibi hissetti, utandı.

Oysa Hasan bilinmek, tanınmak istemiyordu. O, içinde her an kendisini çağıran sese, hasret kaldığı sevgilisine, İstanbul’una kavuşsun yeterdi. Ahh bu şehir… Kalbini kuş kafesine hapseden, bağımlısı, aşığı, sevdalısı olduğu bu şehir onu bu hale getirmişti.

İstanbul… Etrafı devasa surlarla çevrili, Hasan’a hapsedilmiş, hayır Hasan’ı güzelliğine, sevdasına hapsetmiş İstanbul. Hayır bundan daha fazlaydı İstanbul. O bir müjdeydi, belki bir armağan, adını koyamıyordu Hasan. Ama onun için bir bitiş evet Hasan’ın bittiği yerde bir başlangıç idi. Genç Padişah Sultan Mehmed ne güzel anlatmıştı Hasan’ın duygularını, paşalarını, hocalarını toplayıp da kuşatmanın ilk günü ne güzel söylemişti: ”Ya İstanbul beni alır, ya ben İstanbul’u!

Önceleri kaçmak istemişti Hasan bu sevda gönlüne düştüğü zaman, kaçmak, bu hasreti unutmak inçin kaybolmak, gitmek uzaklara gitmek istedi. Bir deniz levendi,
akıncı birliğinde bir serdengeçti olurum diye düşünmüş, ne zaman teşebbüs ettiyse etsin ak saçlı, pamuk sesli şeyhinin sesi kulaklarında ve hatta gönlünde çınlayıp, onu yine bu surların önüne, sevdiğinin eteklerine getirmişti. Akşemsettin eğilip Hasan’ın kulağına, ”Evlat Padişah’ın ilk hadis dersinde hangi hadisi öğrendiğini bilir misin? Bak dinle beni, başını şu İstanbul’a çevir de öyle dinle. Yüce Peygamberimiz (sav) ne dedi: ’Konstantiniyye mutlaka fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir.

Hocası Akşemsettin, Hasan’ı en ihtiyacı olduğu anda yine bu surların önünde bulmuştu:
Ne arasın be yiğidim. Hasanım, aradığın burada değil.

Ne kadar utanmıştı Hasan, hem de ne kadar. Koştu Şeyhinin eteğinden, elinden öptü. Oğul, bilirim nicedir buraya gelir gidersin, arasın, özlersin, yanarsın. Aradığın bu surların önünde değil, ancak, bulacaksın oğul bu surların üstünde bulacaksın.

Akşemsettin arkasında bir nur beyazlığı bırakarak geldiği gibi gidivermişti. Hasan toparladı kendini, ne uzak denizlerde bir levent ne de akıncı birliğinde bir serdengeçtiydi. O Hasan’dı. Bu kadar. Kalktı, akşama az bir zaman kalmıştı, atını karargaha doğru sürdü. Serin, temiz bir bahar yağmuru saçlarını ıslatıyordu. Keşke ağlayabilseydi, yeryüzü gibi kalbi de ferahlar, gönlündeki ateşe su serpilmiş olurdu. Ağlamak, ağlayabilmek ne büyük nimet diye düşündü.

Aylardan Mayıs, günlerden Pazartesi. Hava tatlı bahar rüzgarıyla insanın gönlünü ferahlatıyor, sanki giderek artan bir heyecanla yeni bir başlangıca koşuyordu. Yeni bir mevsim olmalıydı. Temelleri sağlam Osmanlı ülkesine dolu dolu, beklediği sevdayı getirecek, Peygamber övgüsüne mahzar kılacak bir mevsim açılıyordu. Kuşatmanın başladığı günden beri uyumayan Genç Padişah bunları düşünüyordu, saçlarını okşayan bahar rüzgarı estiğinde. O’nun da gece karası saçlarını mayıs yağmuru ıslatıyordu, aslında daha çok bahar, mevsim, rüzgar ve yağmur bu genç sultanla zamanı ve mekanı paylaşmanın onurunu yaşıyor, tarif edilmez bir muhabbetle sevindikçe seviniyordu.

Hasan, Padişah’ın kuşatma boyunca kaldığı çadırın yakınında bir yerde atından indi. Dilinde Peygamberin muştulu hadisini tekrarlıyordu. Sultan Mehmed vezirleri, hocaları ve kumandanlarıyla istişaredeydi. Yatsı namazından sonra meşveret dağıldı. Çadırda belli ki Padişah’a çok yakın birkaç kişi kalmıştı. Hasan içindeki bu hasreti Sultan’la paylaşmak istedi, Sultan Mehmed beni anlar diyordu, içinden. Ancak bir ümitsizlik çöktü yüreğine, ben kimim diye düşündü. Ulubadın köyünden kopup gelmiş, öksüz, yetim, kimsesiz Hasan. Oysa Sultan Mehmed İstanbul’u fethedecek padişahtı, bunu biliyordu.

Sultan’ın çadırından yanık bir ses, bir ilahi okumaya başladı, belki de bir kaside. Yunus’un demelerinden biri olduğu belliydi. Günlerdir mehter marşlarıyla gönlü şahlanmış, ön saflarda İstanbul’u hapseden surlara vuruyor, kılıçları bizansı kesiyor, parçalıyor, atlar koşuyor hep dört nala koşuyor,Hasan koşuyor, gönlü, tüm azaları İstanbul’una koşuyorken nerden icap etmişti bir Yunus ilahisi.

Kerbela’dan bahsediyordu sözleri, her satırı bu yanık sesle ılık ılık yüreğine aktığını hissetti:

Kerbela’nın tâ içinde
Nur parlar siyah saçında
Şol al kanlar içinde
Hasan ile Hüseyindir

Hz. Ali babaları
Hz. Muhammed dedeleri
Arşın çifte küpeleri
Hasan ile Hüseyin’dir.

Diz çöktü, o da tekrarladı bu sözleri. Sultan Mehmed ne müthiş bir imana sahipti. İstanbul’u almak, fethetmek, sahip olmak… hayır Sultan’ın derdi bir şehri ele geçirme gönenci değildi: Açık çok açık bu bir iman davası idi. Çünkü Kutlu Nebi böyle işaret etmişti. Ahh Hasan bu işin neresindeydi acaba, Hasan kimdi, bir kişicik, bir yalnız ademcik…

Sultan’a ve onun imanına tekrar hayran oldu, keşke o da böyle olabilseydi.
Bunları düşünürken iki delikanlı geldi, karanlıkta pek seçemedi, tanıyamadı. Hasan’ın yanına diz çöküp onlar da dinlemeye başladılar. Kaside bitince gençlerden herhalde daha büyük olanı ayağa kalktı: ”Ne güzel dedi, günlerdir okunan mehterden sonra bu ilahi gönlümüzü ısıttı, Sultan fethi yüreğinde bitirmiş bile” Hasan: ”Evet” dedi, ”keşke biz de onun gibi olabilsek..

Yanında oturan diğer genç Hasan’a dönüp ”Herkes burada. Feth-i mübine katılmak için asker olmadığı halde uzaktan yakından gelen gönüllüler var, gemileri Haliç’e karadan aşırmak için kadını erkeği, çocuğu yaşlısı, uleması, öğrencisi, yiğidi, düşkünü canla başla çalıştılar.” “Öyle” dedi Hasan, ”Sizler nereden geldiniz, çeriye benzemezsiniz.” ”Öyle sayılabiliriz aslında”, dedi, gülümseyerek, “Biz Medine’den geldik. Dedemizin selamını, himmetini, şefaatini getirdik, bir de O’nun işaret ettiği bu şehrin fethine katılmak, ne güzel askerdir diye övdüğü kişilerden olmak istedik. Ordunun içinde Medine’den gelen pek çok gönüllü ve görevli var.

Biraz daha konuşsa gökyüzünden bütün meleklerin yeryüzüne indiğini, Cebrail’in Sultanın sağ omzunda olduğunu, Mikail’in rüzgara, yağmura, güneşe ve aya fethi kolaylaştırsın diye emirler verdiğini, İsrafil’in Bizans’ın kıyametini koparmaya hazırlandığını ve Azrail’in bugün kafirlere şiddetle ve dehşetle, mü’minlere şefkatle ve merhametle yaklaştığını ve daha neler neler söyleyecekti.

Hasan heyecanlanmıştı, ne demek istiyorlardı, yani bu iki yiğit, şahbaz, nur yüzlü cengaverler, Kutlu Nebinin torunları Hz. Hasan ve Hüseyin miydi? Yok canım bunlar hayaldi bre, hayal. Yanında oturan genç elini Hasan’ın sırtına koydu, ”Seni tanımak istedik, yarın Medine’den gelenler senin yanında görevlendirildi.” Hasan sırtındaki elin sıcaklığını duymasa bunların hayal olduğuna kesinkes inanacaktı.
Ilık mayıs yağmuru saçları yeniden okşamaya başlamıştı. Hafif bir rüzgar hissediyordu. Şaşkınlığını gizleyemeyerek “Neden” dedi, “Kutlu Nebinin Sevgili torunları, Cennet gençlerinin efendileri ben gibi bir ademi tanımak istesin, öksüz, yetim Hasanı”. Ayakta olan yiğit eğildi: ”Kaç gündür böyle söyleyip duruyorsun. Artık güceniyorum sana.” Biraz da Hasan’ı sarsmak istercesine,
Yok öksüz Hasan, kimsesiz Hasan, zavallı Hasan ,Hasancık.” Sesini daha da yükseltti şimdi tehdit ediyordu, Hasan’ın gözlerinin içine bakarak, “Hasan’sın bre, Hasanlardan bir Hasan. Ulubatlı Hasan, yarın surların üzerinde dedem Hz. Peygamberle buluşacak Hasan, adın Hasan senin benim ki gibi.

Hasan irkilmişti, korktu mu coştu mu bilmiyordu ama kalbi göğsünden fırlayacak kadar hızlı çarpıyordu, surları döven topların sesi gibi kalbinin gümgümleri kulaklarında yankılanıyordu. Hz. Hasan’ın gür sesi saç diplerinden yak parmaklarına kadar Hasan’ı sarsmıştı. Doluydu dopdolu.

Bu konuşmalar olurken Padişah çadırından zikir sesleri yükselmeye başlamıştı. Hasan’ın yanında oturan yiğit sağ elini Hasan’ın göğsü üzerine koydu. ”Evlat güç buradadır, sen bir adem ejderhasısın, niyet et Allah sana yardım edecek, vurduğun zaman kolun senin kolun değil, Abim Hasan’ın koludur, Babam Ali’nin kolu. Dedem Hz. Muhammed dahi seninledir.” Hz. Hüseyin’in sıcak eli hasanın yüreğine değmiş olmalıydı. Ilık gözyaşlarıyla gönlü boşaldı, kalbindeki ateş söndü. Teremiz serin sular gibi duruldu yüreği. Şimdi ne İstanbul vardı ne hasret ne doluluk. Hasan derin bir nefes aldı.

Uzaklardan bir atlı geldi, padişahın has ulaklarından biriydi, bir haber getirmiş olmalıydı, çadırın yanında ağlayan ve onunla oturan gençlere baktı, içeri girdi.
Zikrullah bitmiş, Kur’an okunmaya başlamıştı. Aynı yanık ses Fetih suresini okuyordu. Erkek sesinde bir ağlama bir yakarış, dua sesleri gelmeye başladı. Padişah dua ediyor Akşemsettin amin diyor, çadırdakiler, çadırın yanındakiler amin diyor melekler yeryüzü ve gökyüzü amin diyordu. Sesi çok netti, Padişah istiyordu su gibi yağmur gibi.

Ya Rabbi yardım eyle, Hz. Hasan ile Hüseyin ile yardım eyle. Ol Muhammed Mahbub ile yardım eyle. Fethi bizlere nasib eyle.

Dua bitince has ulağına baktı, ulak beklediği cevabı almış çadırdan çıkmaya hazırlanırken Sultan sordu:
Çadırın yanında kimler var

ulak:
Ulubatlı Hasan ve Hicaz’dan gelenlere benzer iki yiğit”.

Padişah, “içeri buyur et onları”. Hicazdan gelenlere benzer sözü geçince Akşemsettin bir şeyler sezinlemiş gibi ayağa kalktı.
Amin sesleri Bizansın surlarını dolanmış, karadan denize indirilmiş gemileri kuşatmış, yer altından şehrin içine kazılmış tünelleri sarmış, Rumeli Hisarı’nı gezmiş ve en nihayetinde genç sultanın döktürdüğü topların ucunda patlamıştı.

Günlerden Salı, Mayısın 29’u.

Vakit kuşluk vaktini biraz geçiyor, Ulubatlı Hasan Allah Allah nidaları ve tekbir sesleriyle surların üzerinden aştı. Karşısına çıkan Bizanslı askerleri keskin kılcıyla sıyırdı. Her şey bir anda oluvermişti. Surlara tırmanmış arkaya atlayıp yıllardır önünde gelip gittiği kapıyı açıvermişti. Can yoldaşları, yiğitler, şahbazlar içeri giriverdiler.

Vücudunun bir yerlerine ılık sular değiyordu sanki. Ayağını atıp tekrar tırmanmaya surların üstüne tırmanmaya çalışıyordu. Ama eskisi kadar hızlı hareket edemediğini fark etti. Kulağında tekbirlerden gayri bir uğultu başlamıştı. Az sonra bütün sesler kayboldu. Yavaş da olsa surların üstüne tırmanmayı başarmış, burçlara ulaşmıştı. Koynundan sancağı çıkardı. Mızrak kalınlığında hazırladığı dalı gönder yaptı, ”Olamaz” dedi sancak ıslaktı, sanki biraz da rengi değişmişti. Az sonra sancağın sol omzundan göğsüne akan ılıklıkla ıslandığını anladı. Ne çok kan vardı, sanki vücuduna binlerce kalın iğne uçları batırılmış da içindeki bütün kırmızılık akıyordu. Evet batan bir şeyler vardı, şimdi hissetti. Batıyordu ama bu batmadan daha çok yanma gibiydi. Sonra bu yanmaları serinleten kırmızı akış. Etrafına baktı. Ne kadar kalabalıktı. Bunlar düşman askerleri değildi. Dün gece gördüğü yiğitler, onlar gibi giyinmiş bir kalabalık ordu vardı sanki. Bir şeyler söylüyorlardı ama Hasan hiçbir şey duymuyordu. Gönderin sapını kuvvetle tuttu, kaldırdı. Yanındaki kalabalık da onun bileğine sarılmış sancağı kaldırması için sanki yardım ediyorlardı. Hasan gülümsedi, etrafında bu coşkulu kalabalığa bakarak gülümsedi. Sırtında bir el hissetti. Dönüp baktı. Hz. Hasan’dı, bir şeyler söylüyordu. Hasan sadece bir cümle duyabildi. ”Hasan’sın bre Hasanlardan bir Hasan, Ulubatlı Hasan’sın sen!” demişti.
Biraz ileride gülümseyen gözlerle bir güzel yüz ona işaret ediyordu. Ahh imdi duyabiliyordu. Gel diyordu Hasan’a “Ne güzel“ dedi Hasan. ”Ne güzel gözler. Sanki içi görünen saf, duru sular gibi…

Bundan sonrasını yazmaya kalem sahibinin gücü yetmedi.

Genç Padişah Fatih Sultan Mehmed Ayasofya’da kılınan namazdan sonra Akşemsettin’in kulağına eğilip bir şeyler sordu. Aldığı cevap ile sanki İstanbul’u almanın sevincini daha bir hazmederek yaşıyordu. Söylediği cümleyi herkes, Hasan bile duydu.

Sultan olmasaydım Ulubatlı Hasan olmak isterdim!

Mehlike Ergüven


0 yorum

Yorum Gönder